28 Haziran 2015 Pazar

BİR OVERLOKÇU KIZA İLAN-I AŞK!

Bize, "İşte İstanbul" diye gösterdikleri bu işkembe, bu kenar mahalle, bu Esenler, bu Bağcılar, milyonlarca trajediyi her sabah konfeksiyon atölyelerine, getir götür işlerine, telefona bakı lan ofislere, minibüs koltuklarına doğru akıtırken, bazen bir kara göz, bazen sahte bir sarışın saç çalınır gözlerime.

Adı belki "Avcılar Güzeli Y.," belki "Yenibosna Güzeli F.," belki de bir başka mahallenin veremli kızı "K." olan bu gözler ve bu saçlar, ağır koşullarla ağır hayalleri harmanlayarak ve çoğu kez bu harmanın altında ezilerek, yorgun ve hüzünlü bakışlarla süzülüp giderler zihnimizin arşivine doğru...

Bir minibüsün ön koltuğunda ya da tramvayın ortalarında bir yerlerde ya da halk otobüslerinin kapısına yakın duran bu kırılgan ve sanki gözlerimizin önünde eriyip yokolacakmışçasına hafif bu "gecekondu güzelleri," hep aynı şeyler düşünür, hep aynı şeylere ağlar ve hep aynı erkekleri severler. Yarımdır hayatları ve mutlu olma hakkı onlara en ufağından çay kaşıklarıyla sunulur.

Dayaksız ve yalansız ve rahat ve düğmesine dokunduğun anda sıcak suyu akan bir dünya yoktur onlar için. Ve bedenleri her tür işgale, her tür zobalığa, her tür sömürüye ve her tür karanlığa açıktır. Ve tam da bunun tersine, akılları hinliğe kapatılmıştır. Pratik ve hamarat ve işe yarar olmak öğretilmiştir onlara; düşünmek ve kafa yormak yasaktır. Topuklarına basarak yürüyen erkeklere duydukları aşk gerçek, fakat onlara sunulan sevgi yarımdır. Onlar yarımdır ve kimse kılını kıpırdatmaz eksik bırakılmış çizgilerini biraz daha uzatmak için ve o çizgilerden bir ağaç, bir ev, bir bulut resmi çıkarmak i-çin didinmez hayat.

Ve günler ağır haberlerle gelir gecekondu lara. Bilirsin ki, tramvayda gördüğün "Yenibosna Güzeli," az sonra yastığa gömerek sarı boyalı saçlarını hüngür hüngür ağla yacaktır ve her evde diğerlerinden gizlenen başka başka hayat lar vardır ve başka hayatlar içinde karışacaktır aklı "F,"nin. Ve yine bilirsin ki, o kız ağlaya ağlaya ölürken, şehrin merkezinde bir yerlerde, sakallı adamlar ve gözlüklü kadınlar "Asiye'nin kurtuluşunu" tanışacaktır. Ne yalan!


Ey "F.," seni sevmeyenlerin kalbine tüküreyim ben. Bu ya lan şehirlerin, iki yüzlü hayatların, pis renkli paraların, terleyen namussuzlukların, uzak ülkeler gibi karanlık vitrinlerin, bitirile meyen okulların, yasaklanan sıraların, yoksulluğun ve yoksun luğun ve bütün bunların üzerine çöreklenen alçak yalanların adına "hayat" diyorlar ve gözlerimizin içine arsızca bakarak, bir köpeğe mama verir gibi önümüze itekliyorlar hayatı.

Bu hayatın içine tüküreyim "F.," bu hayatın içine tüküreyim.

Yalan kumaşlardan yalan dünyalar biçerken bir konfeksiyoncu kız ve o bilmiş yalanlardan, hiçbir şeyi örtemeyen palavralar dikerken kara çocuk ve önüne konulan maskelere ütü basarken henüz 14 yaşındaki bir başka "F.,"

bu şehir nasıl uyuyabiliyor?

Bu şehir ne adi bir beton ve metal yığınıdır ki, kalp diye alışveriş merkezle ri taşır göğsünde ve o alışveriş merkezleri, o plazalar, o beyaz boyalı tezgâhlar her gün milyonlarca gecekondu hayalini yutar.

Ve ağzında evirip çevirdiği posayı, hiç utanmadan ve bir an bile titretmeden yüreğini karanlık mahallelere doğru tükürür. "F." bir posadır beyaz kafa için. Ahh, "F."

Beyaz ofislere, atölyelere, fabrikalara ve adını anımsayamadığım tonlarca insan pazarına düş, yorgunluk ve emek taşıyan bu minibüsleri yakasım geliyor. Yakasını geliyor tramvayları, otobüsleri, Kadıköy vapurunu ve başka bilumum şeyi.

Bizi hap seden, bizi kirleten, bizi döven, bizi yasaklayan, bizi okula almayan, bizi güzel mekânlara sokmayan kim varsa, ama kim varsa, hepsini yakmak isliyorum.

Elimde bir kibrit çöpüyle yazıyorum bu satırları ve "hadi kalk git" diyor kalbim, "kalk ve Taksim'den başla yakmaya." Çevir ve gözlerine bak meydandakilerin ve gözlerinde zerrece temiz yer bulamadığın bütün kafaları ateşe ver. Ateşe vermek istiyorum hayalı ve "Yenibosna Güzeli" diye kandırılan o bakımsız kızı yanıma alarak çekip gitmek isliyorum buralardan. Çek git ve arkanda ağlayan kimse kalmasın. Öldür gözyaşlarını ve ekmek olarak kalbini götür yanında. Bir kalp eğer gerçeklen "kalp"se doyurabilir hayalı.

İ.Ö

İnanın Çok Yanlış Yaşıyoruz... -Rasim Öztekin-

Geçtiğimiz gün bir mezarlık ziyaretine gittim.Orada aramızdan  zamanlı zamansız ayrılmış 7’ den 70’ e çok sayıda insan sessizce yatıyorlardı. Orada yatanlar sadece bedenler değildi...
         Ertelenmiş  umutlar...
         Söylenmemiş  sözler...
         Yaşanmamış pişmanlıklar...
         Dilin ucunda kalmış aşklar...
         Yarım bırakılmış işlerdi...
         Kim bilir onlar yaşama veda ettiklerinde neleri yarım bırakmışlardı?
         Şurada uzun uzadıya yatan,” Tamam,kalbini kırdım ama yarın nasılsa gönlünü alırım. “ diyordu.
         Hemen onun birkaç mezar arkasında ki; “ Aman sende bu konsere  bir daha ki sefer giderim,adamlar kaçmıyorlar ya! “, demişti.
         Şurada ki aile kabristanının aile reisi ise; “ Tatile haftaya çıkarız,hele şu işi bir halledim. “ , diye düşünüyordu.
         Ve onlar hiç düşündüklerini yapamadılar...
         Belki küçük bir çocuk gönül verdiği takımın formasını istiyordu.Babası da geçiştirmek için; “ Param yok ilerde alırız...” ,diyordu.
         ...Ve o çocuk o formayı hiç giyemedi...
         İtiraf etmeliyiz ki; bizler, belki iyi, belki kötü ama çok yanlış yaşıyoruz. Hepimizin yaşamı,yarınlara bırakılmış işler,ertelenmiş umutlarla dolu.
         Çalışıyoruz,çalışıyoruz,çalışı.......
         Sanki tüm yarınlar bizimmiş gibi,hayaller kurup,yaşamın tüm renklerini elimizin tersiyle itiyoruz.Sevinçleri mutlulukları çok sonralara bırakıyoruz.
         Bizler var ya, bizler...
         İnanın çok yanlış yaşıyoruz...    
Köşe Yazısı :
Tarih :15.05.2010
rasimoztekin@rasimoztekin.com.tr

9 Şubat 2015 Pazartesi

Hasan Sağındık - İsmailce


BİLMEM Kİ NEMSİN

Sözde senden kaçıyorum
Dolu dizgin atlarla
Bazen sessiz sevdasın
İpekten kanatlarla

Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla
Karşıma çıkıyorsun
En serin imbatlarda
Adını yazıyorum
Bulduğun fırsatlarla
Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla
Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla
Sözde senden kaçıyorum
Dolu dizgin atlarla

Ne olur bir gün beni
Kapından olsun dinle
Öldür bendeki beni
Sonra dirilt kendinle
Çarpsam kara sevdayı
En azından yüzbinle
Nasıl bağlandığımı
Anlarsın kemendinle

Kaç defa çıkıp gittim
Buralardan yeminle
Ama her defasında
Geri döndüm seninle
Hangi düğüm çözülür
Nazla, sitemle, kinle
Ne olur bir gün beni
Kapından olsun dinle

Şaşırdım kaldım işte
Bilmem ki nemsin
Bazen kız kardeşimsin
Bazen öp öz annemsin
Sultanımsın susunca
Konuşunca kölemsin
Eksilmeyen çilemsin
Orada ufuk çizgim
Burda yanım yöremsin
Beni ruh gibi saran
Sonsuzluk dairemsin

Çaresizim çaremsin
Şaşırdım kaldım işte
Bilmem ki nemsin

Yavuz Bülent Bakiler

MÜTEFEKKİR SM'DE NELER GÖRDÜK, O'NDAN NELER İŞİTTİK?

Rasat Forum’dan


Herkese selâm, rasatçılara, akademyacılara, yeninizamcılara, ikidenizcilere, ibdagündemcilere, sayamadığım tüm "çalışan" gönüldaşlara ve tüm okuyucularımıza...
Editörün isteği bende bazı hatıralarımı nakletme şevki doğurdu. Elimden geldiğince işittiklerime sadık kalmaya çalışacağım Sürç-ü lisânımız, temin edeceğini ümid ettiğimiz faydaya hürmeten, affola...
I. Mütefekkir SM, özellikle kendi sözlerinin, örneğin Tilki Günlüğü'nden yapılan iktibasların yerli yersiz kullanılmasını doğru bulmazdı, sadece "iştikak" yetmez, bir de şahsın idrakine mâlolmuş "hakiki" mânâ olması, "hakiki" idrak olması, "hakiki" eser olması gerekir derdi "mealen"... "Bu iş ne akılla olur ne akılsız" hikmetini ifade ederdi... Yoksa kuru kuruya tedailerin, alâkasız yeltenme ve yakıştırmalara sebebiyet vereceği tehlikesine dikkat çeker ve "mealen" şöyle eklerdi: "Ne olmak istiyorsun, bana söyle, iki dakikada öyle olduğunu çıkarayım Tilki Günlüğü'nden!..." Fakat şunun önemli olduğunu vurgulardı. Hadise senin kendini ne olmaya yakıştırdığın değil, ortaya koyduğun "eser"dir, artık hangi konuda ve konumdaysan... Diyelimki kendine ressamlığı yakıştırdın Tilki Günlüğü'nün iştikaklarından, ama hemen şunu bildirirdi Mütefekkir: "Ressam olmasına ressam ama bir küçücük(!) eksiği var, hiç resmi yok!..."
II. Mütefekkir SM'nin yine dikkatimizi çektiği bir nokta, aynı çizgide diyebiliriz: Hani bir bahis okumuşsunuzdur İBDA külliyatından, sonra buradan bir iktibas yapıyorsunuz kendi cümlelerinizle, yani oradaki unsurları kendi yazınız içinde kullanıyorsunuz ama bir tuhaflık var ortada, "bütünlük" yok, "oturmuş-hazmedilmiş" bir idrak yok mesela, diyelim ki mimari bir yapıda "kapı, ışık, duvar, masa" birbirlerine bir nisbet içinde "bütünlük" belirtip ehlince bize tasvir edilebilir ya, ama buna ters olarak şöyle bir yaklaşım, daha doğrusu yaklaşamama durumu oluyor: Bize bu mimariden bahseden kişi, bize gördüklerini birbirine nisbet icinde, hani "duvar sağdadır, ortasında bir tablo asılıdır, üstte ortada bir ışık vardır, hemen sol tarafımda 2 m ileride bir kapı vardır, pencereyse tam karşımdadır ve benden 3 m uzaklıktadır" tarzında "net bir perspektifle" anlatamıyor ve şöyle diyor mesela: "Hani anlarsın ya, ışık, duvar, masa, pencere falan!!!" Bir de bunu anlatırken, ağzında şeker saklayan, varmış gibi yapan, ağzındaki şekeri yanağındaki şişkinlikle belli etmeye çalışan ama "gösteremeyen" çocuk taklidi yapardı bize Mütefekkir!... Anladığım o ki, ağzında bir şeker varmış gibi yapmak yerine, yani çok derin ve hikmetli şeyler biliyormuş gibi hissettirmek yerine, ağzında şeker varsa "net biçimde" göstermek, yoksa yok demek, yani bize düşen bu olsa gerek... Doğrusunu Allah bilir, ben sadece işittiklerimden kıt aklımca azıcık anlayabildiklerimi veya sezebildiklerimi aktarmak istedim. Anlatılmak istenen tam böyle olmayabilir ama "yaklaşık olarak" böyle olduğunu söyleyebilirim.
III. Sanırım Hegel'i örnek vererek, üslubunu "doğrudan söyleyiş bakımından" onunla sanırım mukayese edip benzeştirerek ve kendisini yanlış hatırlamıyorsam Üstad'ın üslubuyla da farkı bakımından kıyaslayarak, "mealen": "Ben söyleyeceğimi hiç uzatmadan söylerim!"... Direkt!.. Ve son derece "sistematik" yazdığını da söylerdi ilaveten.
IV. Kendisinden yapılan her tür iktibasın, kendisinden alındığı kesinlikle vurgulanarak yapılmasını isterdi, malum. Kısa ibarelerin naklindeyse, dostlara hiç olmazsa ve mutlaka “tırnak içinde” iktibası tavsiye ederiz bu bâbda.
V. Tabiî hayattan, çiçeklerden, böceklerden, hayvanlardan, topraktan, el işlerinden uzak "kent" ve "beton" hayatının insanlarını "Bunları bilmezsin; peki sen neden anlarsın?" diye tenkid ederdi. Tabiî hayatın şiiriyetini ve kişiye verdiği huzuru idealize ettiğine çok kez şahid olmuşuzdur. Kendisinden, saatlerce tavşanlar, köpekler, kuşlar vs hakkında malumat dinlemek, çoğunun farketmediği böylesi "tabiî hayat" sahnelerinin teferruatının mânâlandırılışını hayranlıkla işitmek mümkündü. Toprak ve nebatla haşır neşir olmanın değerinin altını müteddid defalar çizerdi Mütefekkir SM... Otobanların tabiat hava ve ortamını solumaya ve temaşaya engel suni hız ve pratikliğindense, tabiatı doya doya temaşa edebilici sakin bir seyahat onun nazarında çok daha güzel ve insanîydi... Vesilesi gelmişken, Boğazlar'ın güvenliği için "Greenpeace" gibi çevreci teşkilatlarla ortak çalışabileceğimizi ifade ederdi.
VI. Genç veya yeni yazarların ortaya koyduklarına çok büyük fauller yoksa ses etmez ve sebebini şöyle açıklar; "mealen" bir gönüldaşımdan işittiğim üzere: "İstediğim gibi olmasalar da, şimdi teşvik edeceğim ki sonra sonra yetişsinler, güzel verimler ortaya koysunlar!..."
VII. Tarife gelmeyecek derecede kibar ve mültefitti. Kendisine ister çay götürülsün, isterse ufacık bir yardımda bulunulsun, hiç gecikmeden ve daima şefkat dolu bir hitab ve bakışla teşekkür alınırdı. Zarafette kendisine en küçük mikyasta bile yaklaşmak mümkün olmazdı ki, burada itiraf etmek isterim, onun yanında kendinizi kelimenin tam anlamıyla, kusurumuza bakmazsanız, bir "kazma" gibi hissederdiniz, çünkü karşınızdaki "SON İNSAN"dı sanki!.. "SON ARİSTOKRAT"!... Sanki tarihin derinliklerinden günümüze ışınlanmış ve kalabalıkların haberdar olmadığı soylu bir DESTAN KAHRAMANI'ydı O!...
VIII. Protokol denilen hadisenin, insanların kime niçin gidileceğini bilmemesinden dolayı zorunluluk kesbettiğinden bahseder ve bir deyişle en hurda mesele için bile bir devlet büyüğüne kalabalıkların hücum edebileceğini söylerdi. Yani protokol, kendisini, haddini bilenler için değil, bilmeyenler için bir nizam temin eden bir zabıtaydı anladığım kadarıyla O’nun nazarında!...
IX. Ümmî insanların "ihlas"ına âşıktı!... Ve dilinden düşürmediği bir söz de şuydu: "Riyâkâr kahraman olamaz!"...
X. Ve, "Birbirimizi derinden sevebilmemiz"e dair içli dileği... Birtakım muhtemel menfi hatıralara atfen, "Keşke hafızanızın bazı yerlerini silebilseydim!" mealindeki derin hasret ifadesi...
XI. Komünistlerin, Rusya'da asimile etmek istedikleri Orta Asya Türklerinin kültür kökleri olan "destan"larını ve benzeri manevî "kök" değerlerini, kimsenin pek farkedemeyeceği biçimde ama tesiri "dejenerasyon"a yolaçacak şekilde tahrif ettiklerini, yüzlerce yıl önceki bu kökleri araştırdıklarını, bunları (sanki "gen"lerle oynar gibi!) tek tek incelediklerini belirtir ve bizde her sahanın ne kadar boş ve sahibsiz olduğunu eklerdi.
XII. Cemaatle namaza son haddiyle kıymet verir ve doğrusunu söylemek gerekirse, kaçıran olup olmadığına ziyadesiyle dikkat kesilirdi. Tesbihat, hakeza, nazarında ne kadar mühimdi!.. Büyük başarıların, İslam büyüklerinin inâyeti unutularak, nefslerimizden bilinmesine nasıl hoşnudsuzlukla bakardı.
XIII. Kendisi çok çok az yerdi ama bunun kendisine has "ruhî bir durum"dan kaynaklandığını vurgular, kendisine özenmemizi istemez, bizim tabiî ve gereğince beslenmemizi teşvik ederdi.
XIV. Aramızda ama YAPAYALNIZ bir devdi O, bir köy kahvesinde kasketlilere laf anlatmaya çalışan bir FİKİR DEVİ... Ve fikirde vardığı zirve noktasının ve ruh durumunun ifadesi olarak şu: "Ben (şu kadar zamandır) hiç içinde yaşıyorum, hiç içinde yaşamak ne demek, siz biliyor musunuz?"... Ve yine şu: "Ben 500 yıldır beklenen mütefekkirsem, bu dünya bunu hiç haketmiyor!"... Ne kadar doğru, İNSANLIĞI KURTARICI REÇETE'nin sahibi korkunç işkence ve suikastlere maruz bırakılarak zindandayken kimin umurunda, kim hangi kurtuluşu arıyor ve özlüyor ki?.. Kimlerin en önemli(!) derdi neler, hele bir bakınca!...
XV. Kemalist-laik takımdan ziyade, bizden görünen münafıklara duyduğu korkunç buğz...
XVI. "Düzenli hareketler düzenli düşünceler doğurur!" sözünü mütemadiyen kafamıza nakşetmek isteyerek, spora verdiği ehemmiyet...
XVII. Muhtevanın ıskalanır olmaya başlandığı bir "yazarlık" becerisi için teşhisi: "Ne fena!"...
XVIII: "İş"e verdiği öncelikli değer ki, bir işi tenkid etse bile söylediği: "Ama bunu olan bir iş üzerinde söylüyorum!"... Ve bu işlerin "iş" olması bakımından bizim için kıymeti: "Sizi kurtarır!"... Ama, hemen peşinden eklediği: "Ancak, OLMAK başka bir şey!"...
Şimdilik bu kadar gönüldaşlar... Veda vakti... Herkese tekrar selam ve tüm çalışmalarında başarılar...
-----------------
Tüm gönüldaşlara ve okuyuculara selam,
Bu bölümde Mütefekkir'den sadece işittiklerimizle yetinmek yerine, O'nda gördüklerimizi de ehemmiyetine binâen, olanca kifâyetsizliğimiz, acemiliğimiz ve acelemize rağmen, tasvir etmek istedik.
I. Mütefekkir SM'nin herşeyden önce vakarla “nefsanî gurur”u asla birbirine karıştırmadığını gördük. Şöyle ki, ondaki tarifsiz heybet ve içe işleyen o derin ama HİÇBİR YAPMACIĞI OLMAYAN "SAMİMİ" vakarı yanında, beşerî hususiyetleri bakımından yaptıklarının hikayesinde ve bizlerle olan diyaloglarında YİNE HİÇBİR YAPMACIĞI OLMAYAN "SAMİMİ" bir "tabiîlik" gördük. Hani bilirsiniz, bazı lider ve kahraman "özentisi" tipler vardır, kendilerine göre "karizma" temin edici tuhaf, derin(!) ama suni bakışlar, edâlar, zorlama hikmet paralama gayretleriyle muhatabı etkilemek ve "mistik bir hâle" içinde nefslerini takdim için çırpınırlar. İşte bunlarla uzaktan yakından en ufak alâkası olabilecek tek bir zerre bile bulamazdınız Mütefekkir'in o "samimi" edâ ve davranışlarında!.. O'nda herşey "tabiî", "samimi", "candan" ve ruhun en derinlerinden gelip ruhun en derinlerine işleyen bir “letafet” belirtiyordu. Düşünceliyse, düşüncelidir; neşeliyse neşelidir, kızmışsa kızmıştır, üzgünse üzgündür; "gibi" yapmaz ve davranmaz. Gerçi üzüntüsünü ve kızgınlığını perdelemeye çalışır ve bunu daha çok birbirinden çarpıcı "nükteler" ardina saklamaya, "üçüncü şahıslar"dan bahsediyormuş gibi "ortaya konuşma"ya ve muhatablarını "şahsen" incitmemeye azami gayret gösterirdi ancak, neşeli olduğunda hâlâ daha gözümün önünden gitmeyen o "melek gibi", hatta iki elini yüzüne kapatarak o "bebek gibi", saf ve insanın içini eriten nefis gülmesini-gülümsemesini esirgemezdi.
II. Mütefekkir'in diyelim ki dışarıda olan bitene sinirlendiği bir bahis sözkonusu, aynı "samimi", yani "zerre yapmacıksız" tavrı bu noktada da müşahede ederdiniz ki, durumu ifadeye en "uygun", hani derler ya "cuk oturan" ifade dökülürdü dudaklarından, bu "amiyane" addedilebilecek bir kelime, deyiş, argo, sövgü olsa bile!.. Diyoruz ya, O, "kalite"sini her sözünde, eserinde, düşüncesinde ve davranışında "isbatlamış" bir insan olarak, küçük hesabların, küçük "karizma" ve "nezaket" numaralarının adamı değildi, başkasında ister şöyle ister böyle yapılsın daima itici ve suni olabilecek bir tavır, onda tam tersine ister "zarif" isterse "celalli" olsun, baştanbaşa samimi ve işte bu can yakıcı samimiyetinden ötürü de "karizmatik"ti. Hayatımda O'nun dudaklarından dökülen ve durduk yerde değil de tam da vesilesi geldiği için dökülen "argo"nun güzelliğine yaklaşabilecek, en basit karikatürü derecesine ulaşabilecek bir üslub çarpıcılığını hiç kimsede görmedim, göreceğimi de sanmıyorum. Kimileri O'nun suyunun suyu kabilinden, Mütefekkir gibi küfrettiklerini sanıyorlarsa tamamen yanılıyorlar, çünkü kendilerininki çoğu üçüncü sınıf, kaba, itici ve yersiz bir "özenti"yken, Mütefekkir'in kimi zaman serdettiği "argo", ya RUH VE FİKRİN EN YERİNDE İFADESİ hüviyetindeydi. yahut kılıcını kuşanmış "namlı bir şövalye"nin düşmanına savaş meydanındaki "gereken" hitabıydı. Sözün özü, O'nun kimi zaman kullandığı "argo" bile "gerekeni gerektiği yerde yapma ve söyleme" cümlesinden ve bunun literatür değerinde "en yerinde" ifadesiyken, aynı sözler "kime ve niçin söylendiği"ne nazaran değeri değişse de, bir başkasında belki sadece "ağzıbozukluk" ve "terbiyesizlik" niteliği taşımaktaydı. Bir gün, Sultanahmet civarında gezdiği bir resim veya karikatür sergisinden bahsediyordu bize, dinleyiciler arasında ben de vardım anlaşılacağı üzere, Mütefekkir gördüğü "eser"(!)lerden bahsederken öyle bir yer geldi ki, o "eser"(!)leri tavsif edecek bir deyim bulması gerekti sözün akışı içinde, ama duraksadı bir ân. Ama benim tam da o ân "hatırıma gelen" kelime, belki "argo" ama bahse "cuk" oturan "DANDİK" kelimesiydi, tevafuka bakın ki, Mütefekkir de biraz duraksayıp uygun kelimeyi düşündükten sonra işte o kelimeyi kullanıverdi: "DANDİK"!.. Yani "gerekeni gerektiği yerde" söyledi, çünkü o durumda o "eser"(!)lere en yakışan tavsif buydu!.. Ama diğer türlüsü ise, O'nun nazarında yersiz ve gereksiz bir kabalıktı ki, bir gönüldaşımdan dinlediğim üzere şu hadise meseleyi vuzuha kavuşturacaktır: Kendisine bir yazı getiriyorlar, içinde "Çevik Bir" geçen bir bahis ve mahut şahsın ismi önünde de "Köpek" tabiri; yani laf olsun diye kondurulmuş "yersiz" bir kullanım; Mütefekkir'in ne yaptığı hemen tahmin edilse gerektir, mezkur "köpek" kelimesinin üzerini çiziyor!..
III. Mütefekkir, samimiyete o kadar âşıktı ki, sevdiği insanlar yanında "karizmam zedelenmesin" diye az önce vurguladığımız üzere suni edâlara asla başvurmaz, beşeriyeti itibariyle "olduğu gibi" konuşur, güler, kızar ve meramını ifade ederdi. Böylece, aslında, "kendisini olduğu gibi sevebilecek" insanlarla muhatab olmayı isterdi, yani eğer muhatabının kafasında O'nun "insanüstü" hususiyetleri olan "süpermen, ermiş, mehdi" olduğuna dair yaklaşım varsa ve bu yaklaşım "beşeri" samimiyeti ve sıcaklığı örseleyecek mikyasta "tuhaf" hürmet edâ ve yeltenişlerine yolaçma potansiyeli taşıyorsa, bunu HEMEN KIRMAYA çalışırdı. Diyelim ki karşısındaki "toy" kişi, O'nun önünde kendisini "tuhaf" biçimde küçültüyor, eski TGRT filmlerindeki hilkat garibesi derviş havaları gibi boynunu yana eğiyor ve şeyhinin huzuruna çıkmış mürid pozları takınıyorsa, ona hemen "beşeri" hususiyetlerini öne çıkarıcı tarzda "vurgulu" konuşur, böylesi münasebetsizliklerden hazzetmediğini belli eder, yakınlarına da böylesi tuhaflıkları KESİNLİKLE görmek istemediğini ve "toy" kişilerin uyarılmasını kat'i bir dille ifade ederdi. Kendisinin bir "FİKİR ADAMI" olduğunu vurgular, kendisine "şeyh" imişçesine yaklaşılmasından ziyadesiyle müteessir ve memnuniyetsiz olduğunu şübheye mahal bırakmayacak netlikte beyan ederdi. Hele O'na "Şeyhimiz, Mürşidimiz, Mehdimiz..." mealinde bir hitabda bulunun, tuhaf hürmet havaları ile kırılacak derecede incelin, "feci puan"ınız GARANTİLİ'dir ve kendisini ziyadesiyle üzmeyi ve sinirlendirmeyi başarmışsınız demektir!.. Duyanlar duymayanlara bu hususu çok iyi nakletsin ve belletsinler deriz, çünkü bu mevzuda işittiğimiz tenkid ve ihtarların haddi hesabı yok!.. Mütefekkir nazarında "derviş", bir köşede miskin, zahiren çok efendi ama çevresine tepeden bakıcı tekamül pozları takınan "bencil" değil, belki yine kendi köşesinde olsa da yıllar süren bir istikrarla ve kimse görüp duymasa, kimseden bir "aferin" almasa bile, DÜZENLİ OLARAK İÇTİMAİ VAZİFESİNİ YAPAN, İŞ VE ESERİNİN ÜZERİNE EĞİLEN KİŞİ idi!.. O'nun nazarında "davamızın dervişleri" işte sadece bunlardı!.. Yoksa, şu rüyayı görmüşsün, şu tesbihi çekmişsin, şu fevkalade hususlara müttali olmuşsun, bunlara pek değer atfetmezdi. Eğer "içtimai bir iş" üzerinde değilse o kişi, hemen hiç değer atfetmezdi. Şu idi bizim için koyduğu iş ölçüsü: "BİZE NE GELİRSE, İÇTİMAİ KAVGAMIZDAN GELECEK!"...
IV. Derviş edâları zımnında, aç tavuğun kendisini darı ambarında görmesi minvâlinde "nefsanî tekamül" yeltenişlerini şiddetle tenkid eder, kendi kafasınca bu yeltenişlerin cin tasallutuna ve hatta münafıklığa kadar varabileceği tehlikesine dikkat çekerdi. Parça parça söylediklerini "mealen" toparlamaya çalışırsak: "Kuduz nefs-i emmareyi iyi anlayın, o mürid olmak ister ama bu da onu kesmez mürşid olmak ister, nefsine bunu yakıştırır, bu da nefsi tatmin etmez peygamber olmak ister, o da yetmez sonunda Allah olmak ister!.. Çevresindekilerin yaptığı en temel işleri yapmadan ve en temel kitabları okumadan hemen dervişçiliğe yeltenip, güya tüm bu çevresindekileri de kestirmeden aşıp, üstün olmaya ve sınıf atlamaya bakma açıkgözlüğü!.."
V. Mütefekkir, henüz kitablarının gerektiği keyfiyette okunmadığını ve anlaşılamadığını ifade eder, "Hepsi morgda!.." derdi. Yapılanların ve yazılanların hakkını teslim eder ama varılması gerekene nisbetle bunların çok çok yetersiz ve başlangıç seviyesinde olduğunu belirtirdi. Velhasıl, dünya çapında ve çağlar ölçeğinde değerlendirilmesi gereken bu muazzam dava ve fikir, henüz "gereğince" anlaşılmayı ve bağlılarınca üretilmeyi bekliyor ki, çağının vasatını aşan her büyük fikrin kaderi de zaten bu değil mi; ne kadar üstünse o kadar geç anlaşılıyor ama o nisbette de tesiri KALICI bir nitelik arzediyor. O ânki (1999) pozisyonu bakımından kendisinin anlaşılamamasını şu örnek üzerinden anlatırdı, "mealen": "Bir zamanlar Fransız bir yazar, yazdığı kitabının başına hayat hikayesi zımnında şunun yazılmasını istemiş: «Doğum yılı şu, ölüm yılı bu, benimle ilgili anlatılan gerisinin de benimle alâkası yok!»; benim durumum da biraz o hesab!.." Kendisini, ne yazık ki gerektiğince temsil edemediğimizi söyleyen de Mütefekkir!..
VI. Mütefekkir nazarında "şahsiyet" olmak, başkalarıyla uğraşmaktan, çabasını çevresiyle didişmeye hasretmekten, her tür kulis ve dedikodu bağımlılığından (bunlar için "küçük insanların eğlencesi!" derdi) halas olup, kendi iç bütünlüğünü ve sükunetini bulmak, dikkatini yalnızca iş ve eserinin yetkinliğinde merkezileştirebilmek ve dostlarıyla olgun ve samimi bir münasebet kurabilmek mealinceydi.
VII. Kadın-erkek münasebetlerinde dikkatli olunmasını vurgular, İslam ahlakına sığmayan ölçü dışı yakınlaşma ve samimiyetlerin, "birlikte iş yapma"yla karıştırılmamasını ihtar ederdi. Gençlerin mümkün olduğunca çabuk evlenmesini, evlilerin de birbirleriyle "şartsız olarak" iyi geçinmesini ister, "Çocuğunuz varsa geçinememek gibi bir mazeretiniz yok!.. Çocuk, anne-babanın en güzel eseridir!.." derdi. Boşanmaya ne kadar karşıysa, boşanmayı davet edeceği aşikar olan yersiz, bencilce ve tehlikeli "ikinci evlilik" teşebbüslerini de o şiddette mahkum ederdi. Biraz sivrilenin ve cebi para görenin hemen yeltendiği büyük bir mesuliyetsizlik olarak değerlendirirdi bunu. Mutlak anlamda ve istikbalin şartları içerisinde kesinkes mahkum etmese bile, bugün için böyle birşeyin hoşgörülemeyeceğini apaçık tesbit ederdi. Kadınlardan da kitab okumalarını, tam olarak anlamasalar bile bunun izinin kalacağını, evlerinin entellektüel seviyesini yükseltmelerini, evlerinde böyle bir hava tütmesine bakmalarını, ayrıca "ahlâk" bahsine eğilmelerini isterdi.
VIII. Bir insanın hatasızlığından veya hatasızlık vehminden mütevellid burnu havadalığından ve kibrindense, bir hata işleyip de bir ömür onun mahcubiyetiyle mahzun dolaşan ve davranan insanın, nazarında daha makbul olduğunu belirtirdi.
IX. "Dışarıdan" okunmasını tavsiye ettiği kitablar zaten biliniyor olsa da, yeri gelmişken tekrardan hatırlatmak uygun olur kanaatindeyiz: Giovanni Papini'nin "Gog"u ("Batı kültür-sanatını baştanbaşa süzgeçten geçiren nefis bir eser" olduğu mealinde medhederdi) , Benedetto Croce'nin "Estetik"i (entellektüellerimiz ve hassaten sanatçılarımız için "başucu eseri" olarak görürdü), E. Brehier'in "İnsan İlimlerinin Bugünkü Konuları"nı (kendisinin bu eserden "hâlâ yararlandığını" söyleyerek zımnen tavsiye etti), E. Zola'nın "Eser" romanını ("Bir fikir bir arkadaş çevresinde nasıl mayalanıyor?" görmek ve sanatçının eser ihtirasını tanımak bakımından her gönüldaşa şiddetle tavsiye etmişti), Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza"sı ile Tolstoy'un "Diriliş" romanını bu çizgide sayabiliriz. Kendisinin, zamanında "fikir edinmek" için "klasik" romanlarla fazla meşgul olduğunu ve vakit kaybettiğini, bellibaşlılarının okunmasının yeteceğini belirtirdi. Her çıkan kitabın takib ve okunmasının entellektüeller için güçlük oluşturduğunu, ama "temel klasik fikir eserleri"nin tedkiki esasından kopulmaması gerektiğinin altını çizerdi. Okunması gereken kitabların ufkunda ise, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin şaheseri "Mektubât" vardı.
X. "İddiasız" ve "gayretsiz" bir miskinlikten hazzetmez, herşeyinizin kendisinde mihraklaştığı bir "ihtirasınız olsun!" der, bu meyanda, tarihteki fikir, sanat, aksiyon "divane"lerinden, iş ve eserinde fâni olanlardan örnekler verirdi. İş ve hassaten fikir-sanat bahsinde aramızda nezih bir "yarış olması gereği"nden, tekidle bahsederdi.
XI. "İbdacı" mefhumunu, bildik "İbda bağlısı" tabirinden ayrı bir yerde ve soylu keyfiyetiyle de değerlendirir, varolanı ölçü kabul etmeksizin ama "varılması gereken" hedefi de "yol alan" kadrolar için tayin bakımından, fikre nisbetle "dünya çapındaki" eserini örgüleştirecek hakikaten "İbdacı"ların çıkışını gözlerdi. Bu meyanda, "Hanefi" tabirinin, eskiden sadece belli bir ilmî yetkinliğe sahib seçkin idrak ve şahsiyetlerin sıfatı olduğunu, sonrasında taklidçi kalabalıklar için de merhamet ve maslahat bakımından kullanılageldiğini hatırlatır, "İbdacı" mefhumunun bu "aslî" hüviyetinin de bilinmesi gerektiğine işaret ederdi.
XII. Herkesin mizacına ve istidadına en uygun iş ve eser üzerinde "şahsiyet"ini billurlaştırması gerektiğine dikkat çeker, bu birbirini tamamlayan farklılık için "Allah kimseye kemâli tam vermemiştir!" der, başkası kadar yetkin olamayacağı işlerde başkasının rolünü ve üslubunu takınmayı doğru bulmazdı. Meselâ, efendi mizaçlı birinin, bir başkasına özenerek "sert adam" formatında konuşmasını ve yazmasını, nüktesini de yaparak tenkid eder; yine fikirle iştigal edenin, aksiyoncu ama fikirle onun kadar iştigal edememiş gönüldaşlarına "ağır adam" havalarında tepeden bakmasını affetmezdi. Aksiyoncunun kitab yüzü görmemişi ise onun nazarında "ibtidaî-ilkel"di. İş ve eserlerin değerini bu mikyasta birbiriyle altta veya üstte tarzında değerlendirmez, ister fikir isterse aksiyon çerçevesinde olsun, her işi içtimaî davaya "tesir" ve "katkı" gücüne nazaran kıymetlendirirdi.
XIII. "Bâtıl"ı güzelleştiren Batı karşısında, "Güzel"i çirkinleştiren İslâmcı geçinenlere buğzu müthişti. Bu meyânda İran ve İrancılar örneği, ibtidaîlik, ne yaptığını bilmezlik ve kabalık bakımından karakteristikti. İslâm'ın, sanki Şeriat gelince kişinin elinden tüm oyuncaklarını (içki, kumar, zina...) alacak sevimsiz bir hayat nizamı imişçesine empoze edildiğini ve bundan hoşnudsuzluğunu ifade eder, bu "hava"nın dağıtılması gereğinden bahseder, İslâm düşmanlarının bilhassa lanse ettiği ve kızıştırdığı üzere İslâm inkılâbının ilk işinin kadınları çarşaflara sokmak olacağına dair vehim yahut yaklaşımların kırılmasını isterdi. Bazı kritik ve itikada müteallik noktalarda tedricîliğe ve pratik çözümlere değer verirdi. Meselâ "kadın"dan örnek verir, bir İslâm toplumunda hayatın her safhasından "kadın" çekiliyormuş gibi telâkki edildiğini, oysa "kadın"ın, "hayatı boyunca erkeğin baş meselesi" olduğunu beyanla, mesela sinemada "kadın"a dair birtakım mahremiyetlerin sahnelenmesi gerektiğinde nasıl pratik film hilelerinden yararlanılabileceğini anlatırdı.
XIV. Başyücelik Devleti'nin ilk kuruluşunu, üç-beş senelik belli bir "geçiş süreci"ne istinad ettirir, bu zaman zarfında, isterse şu ânki düzen çerçevesinde yeralsın, kendisiyle çalışılabilecek "ehliyetli" kadrolardan insanlarla da iş yapabileceğini, adam seçiminde ahbabçavuşluğa değil, "liyakat"e değer vereceğini belirtirdi. Kısacası, devlet kadrolarının başına ehliyetsiz de olsalar "bizim adamlar"ın değil, "layık adamlar"ın geçeceğini vurgular, her İBDA bağlısına düşenin, işinde "ehil" olmaya bakması ve bunun için vaktini etkin ve tasarruflu kullanıp tekamülüne hasretmesi olduğunu konuşmaları boyunca çerçevelerdi. Bu noktada boş tesellilerle yetinilmemesi ve sonra hüsrana uğranılmaması için, "Dönün de çevrenize bir bakın, insanlar neler yapıyor!" ihtarını yapardı... Üstad'ın "İdeolocya Örgüsü"nde yazılanların, "aynen" uygulanacak statik bir "şablon" olmayacağını, ama bu ruh ve temel çerçeveye sadakatle, bir deyişle "gerekenin gerektiği yerde", gerektiği tarzda ve gerektiği kadarıyla, bir bakıma şartların ve eldeki malzemenin niteliği, kalitesi ve müsaadesince ve süreç içinde yetkinleştirilerek yapılacağını sezdik, şahsen işittiklerimiz ve başka gönüldaşlara anlattıklarından. Elbette bu noktada malumatımız son haddiyle zayıf ve yetersiz, bilhassa hatırlatmak ve uyarmak isteriz.
XV. "İman"la "nefsî ve dünyevî" olanı ayırır, ikincisine "köfte" derdi ve insanların çelişkisini "iman" ve "köfte" olarak misâllendirir, çoğunun "köfte" olmaksızın ve kokusu gelmeksizin bir bakıma adım atmadığını hissettirirdi. "Köfte" zımnında şu ikincileri sıralar; "iman" ve "makam", "iman" ve "kadın", "iman" ve "para" gibi örnekleri verdikten sonra, "iman"ın her kavşakta "seçilmesi gereken" olduğunu ifade ederdi. Bir inkılâbdan sonra da, Fatih ve Ulubatlı Hasan'ın İstanbul'a girmelerinden, hisarları savaşarak aşıp burca bayrak dikmelerinden sonra, açılan gediklerden şehre yağmacı ve çapulcuların da gireceğini zikreder, bu "köfteci"lerin hücumundan inkılâbı koruma gereğini hissettirici babda, zımnen, "Öyle inkılâbı çıkarcı ve yağmacılara terketmek ve bir köşeye çekilmek yok!" derdi, "hâl diliyle"...
XVI. Mütefekkir'e zarafette yaklaşılamayacağını daha önce ifade etmiştik, ya cesaret ve soğukkanlılıkta? Elbette cevab bildiğiniz ve tahmin ettiğiniz gibi!.. Sadece bir misal kâfi: 25 Ocak 2000'de, Metris'te kaldığımız koğuş binlerce jandarma ve özel harekâtçı ile kuşatılmış, atılan gaz bombalarının sayısı yüzlerceyi geçmiş, sıkılan kurşunların haddi hesabı yok, bu arada yaralanan gönüldaşlar falan derken tam bir mahşer manzarası, kimyasal gazlardan ve barut kokusundan ne nefes almak ne ortalığı kaplayan dumandan dolayı çevreyi doğru dürüst görmek ne de her an sıkılan kurşunlardan dolayı başını kaldırmak mümkün, baskın on saattir üstelik artan bir şiddette sürmektedir ve artık sona yaklaşılmıştır ama bu arada ve bu süreçte tek bir ân bile cesaretini ve metanetini kaybetmeyen elbette ilk ve belki tek isim Mütefekkir'dir. İşte o dakika itibariyle yaptığı: Yavaşça ve olanca rahatlığıyla portakal soyuyor ve çevresindeki gönüldaşlarımıza dağıtıyor!.. "Toparlanın Gitmiyoruz!" minvalinde sahte ve ucuz kahramanlık numaraları sergileyip, hemen sonra gemiyi ilk terkeden fare keyfiyetli tiplerin "adam" ve "lider" addedildiği bir vasatta, Mütefekkir'in BİLFİİL HAYATININ HER SAFHASINI KUŞATAN SARSILMAZ şecaatinden ve kahramanlığından bahisler açmaya ne gerek!.. "TEK ADAM"; gerisi fazladan!.. Ve Mütefekkir'in benzersiz şecaat ve sükunetiyle içiçe, çevresindekileri de nasıl teskin ettiğine dair şahsî bir hatıramı bilvesile nakletmek isterim: Sözkonusu operasyonun bir safhasında artık kendimi koyvermiş ve ne olacaksa olsun diye, o gazlardan etkilenip şoka girmemizi engelleyen en tesirli yol olarak keşfettiğimiz "battaniye"lerden birinin altına kendimi atmıştım. Kendimi attığım bu yerin neresi olduğu da pek umurumda değildi doğrusu o ân, meğer kendimi tavanda askerlerin açtığı ve oradan hem gaz bombası attıkları hem de kurşun sıktıkları bir deliğin tam altına atmışım! Mütefekkir'in "Siz battaniyelerin altındakiler, çevrenize bir bakın!.." demesinden sonra, sürüne sürüne, bir duvar dibine dizilen diğer gönüldaşların yanına ulaşabildim. Ancak bu duvar dibi çok kalabalık olduğundan tam olarak oraya giremedim, vücudumun üst kısmı olmasa da ayaklarımın olduğu kısım meydanda ve açık hedefti. Hemen yanımdaysa tevafukan Mütefekkir vardı. Derken, olacak olan oldu ve demin tam altında olduğum delikten sıkılan bir kurşun, açıkta olan bacaklarımı baldır ve diz altı kısımlarından delip geçti. Bir karış daha yukarısı olsaydı, kurşun Mütefekkir'in bacaklarına isabet edebilirdi ki, hamdolsun Allah korudu! O ân, şiddetli olmasa da garib bir ağrı ve galiba bir sıcaklık hissettim ama en fenâsı kalbim deli gibi atmaya başlamıştı, yanımda bulunan Mütefekkir'in bacaklarına gayri ihtiyari sarıldım ve "Kumandanım!" deyiverdim. Yavaşça sırtımı sıvazladı Mütefekkir ve o ândan sonra bir daha ne eski korkum kaldı ne de kalbim eski çarpıntısına avdet etti, tarifsiz bir sükunet... Hatta, kanamamın çok ağır olduğunu farkettikten sonra bile, "acaba ölmem mi gerekir yoksa çıkıp tedavi olmam mı?" diye, sanki teorik bir problemi düşünüyormuşum gibi bir soğukkanlılıkla mütalaa edebildiğimi farkettim, elbette "şahsen" bu kadar cesur değildim ve bunu YALNIZCA Mütefekkir'in sirayet ettirdiği sükunete borçluydum... Bir de "lider" geçinip de, bırakın cesareti, ancak korkusunu arkasındakilere sirayet ettiren, içi boş balkabaklarını düşünün!.. Ee, rağbet onlara bu devirde, "köfte"nin kokusu o yandan geliyor da ondan!.. Kahramanlık "pahalı" bir nesne ve "pahalı" bir şahsiyet kumaşı gerektiriyor!.. Bu da önlü arkalı balkabaklarına hitab etmiyor!.. Hele bir "Yağma var!" diye bağırın, yeminle söylemek gerekir herhalde, ayakları altında kalırsınız hücum eden güruhun!..
XVII. Son olarak, forumumuzun "Hikmet ve Felsefe" bölümüne daha önce yapıştırdığım ancak bu bahislerle de ilgisi yönünden buraya da almak istediğim bir değerlendirmeyle veda ediyor, herkese sıhhat, selamet ve muvaffakiyetler diliyorum.

"BURÇLAR" VEYA DOĞUŞTAN GETİRDİĞİN "YASA"

Selâm ile,
Değerli gönüldaşım Abdullah Kuloğlu'nun "Kadın bir astrologtan ilginç bir uyarı!.." başlıklı değerlendirmesini okuyunca kaç zamandır düşündüğüm ve beni giderek artan bir şaşkınlığa düçar eden bir vakıa tedai etti yine: "Burçlar", yahut daha yerinde bir ifadeyle kişinin doğuşunda kendisiyle birlikte getirdiği "mizaç" potansiyeli, istidad yekûnu, veyahut hangi kelime doğruysa işte o!.. İnkarı mümkün olmayan hakikat, Allah'ın herkese başka başka istidadlar verdiği, başka başka huylarla insanı mücehhez kıldığı... Kaldı ki, bazı insanların "iyi ahlak"ı, aslında bakılınca onların doğuştan getirdikleri potansiyelle uyumludur ve bu "vehbî" yön İslâm ahlakına dair kitablarda mündemictir. Külliyattan da hatırladığımız üzere, bazı iyi huylar vardır ki doğuştandır, bazıları da vardır ki "kesbî"dir, sonradan kazanılırlar, nefsle mücahede ve nefsi tezkiye seyrinde bünyeleştirilirler.
"Necib Fazıl'la Başbaşa"da Mütefekkir SM, ideolocyanın "mizaç ölçüsü" olduğuna da işaret eder ki, türlü türlü mizaçların kendi potansiyellerine uygun verim ve davranış imkanlarına "ölçü verici" hususiyeti belirmektedir burada "ideolocya"nın bizce, eğer yanlış anlamamışsak. Yine Mütefekkir'in söylediği şu değil miydi: "Allah kimseye kemâli tam vermemiştir!"; birinde şu yön baskın ve mümtazdır, diğerinde öbürü, işte bunlar tamamlar birbirlerini ve içtimai muvazene bütün bir plana kavuşur.
“Burçlar” derken buraya gelip kıvrıldık, yine oraya dönelim en iyisi. Kaç zamandır kafamızı meşgul eden hadise demiştik ya, buna da aslında bir tesadüf veya tevafuk sebeb oldu. Gittiğimiz bir internet cafede başına oturduğumuz bilgisayarın "giriş sayfası" bir astroloji sitesiydi: http://www.astroloji.org Merak bu ya, oturduk hem kendimizinkini, hem eş dostumuzunkileri inceledik. Ve doğrusu şaşkınlıktan ağzımız açık kaldı. Kendimizdeki iyi gibi huyların aslında bizde doğuştan gelen potansiyelle, istidadla alâkasını hiç şübheye mahal bırakmayacak derecede müşahede ederken, bizdeki kötü olarak nitelendirilebilecek davranış tarzlarının da yine bu çerçevede bir istidadın davet ettikleri oldukları apaçık ortadaydı. Sadece bizimkiler mi, çevremizdekilerin de öyle!.. Birisi çok mu efendi ve insanlarla iyi ilişkiler içinde, burcundan gelen bir karakteristikten dolayı, öteki biraz haşin ve atılgan mı, onunki de öyle, ve daha neler neler... Öylesine şaşırdık ki, neredeyse artık kimseye kızmaya mecal bulamadık, aslında herkes fıtratından gelene tâbi olmak ve onu "şu veya bu istikamette" kanalize etmekten başka birşey yapmıyormuş meğer. İşte onun seçtiği "şu veya bu istikamet" de, onun "kul" olarak "seçim" mesuliyeti... Şöyle şöyle bir istidadı olan adam, onu şu yolda da kullanabilir bu yolda da, onu şu derecede de yetkinleştirebilir bu derecede de! Onun mesuliyeti dairesinde!...
Sonunda Goethe'nin “Doğu-Batı Divanı”nda manzum olarak ifade ettiği hikmet kafamıza daha bir çakılmış oldu: "Doğuşunda kendinle beraber getirdiğin yasaya uyacaksın!"...
Hani dedik ya, insan böylesi "istidad" yahut "mizaç" hususiyetlerini okuyunca kimseye pek kizamiyor diye, hatta kendisine bile, bu çerçevede bizce çok çok önemli bir bahsi hatırlamanın tam yeri. O bahis ne mi; "Kendinden Zuhur"... Ki, Mutefekkir SM'nin, zatımızı "İbda Diyalektiği"ni okurken gördüğü bir gün, "KENDİNDEN ZUHUR bölümünü iyi oku!" demesinin de sevkiyle size bu bölümden bir pasaj nakledelim:
« Allah Said'ler hakkında, "Rab'ları onlara Rahmet ve Rıdvanı ile müjde verir" buyurdu... Şakî'ler hakkında da, "Ey sevgili Resûlüm, sen onları elemli azap ile müjdele" dedi... Bu hâle göre her zümrenin çehresinde, onların nefislerinde bu sözlerle beliren şey tesirini gösterdi; onlar üzerinde ancak bâtınlarındaki kavramlardan nefislerinde yerleşmiş olan şeyin hükmü âşikâr oldu ve neticede istidatlarının gerektirdiği hâlden başka bir şey tesir etmedi, "tekvin - var oluş" da kendinden oldu... Ve geldik, felâh ve salâh yolunda İbda mimarisini inşâ ederken, İslâm tasavvufu ve Batı tefekkürü kanatları arasında ikinciyi birincinin önünde hesaba çeken ve hakikatleri aslına irca eden anlayışımızın bahis mevzuu içindeki yerine:
-"Her kim kendinden oluş hikmetini anlar ve bunu kendi nefsinde tatbik ile tekvin sırrını kendinde görürse, başkalarıyla ilgilenmekten nefsinde rahat bulur ve nefse gelen hayır ve şerrin yine kendinden geldiğini bilir. Burada hayırdan maksadım kulun tabiat ve mizacına ve isteğine uygun olan şeyler, şerden kasdım da onun hoşuna gitmeyen ve mizacına aykırı düşen reydir. İşte bu görüşe eren kimse bütün varlıkların mazeretlerini takdir eder ve her ne kadar onlar tarafından bir özür beyân edilmemiş olsa bile bunu kendisi anlar ve bilir ki nefsinde zuhûra gelen her şey yine kendisinden oldu. Nitekim bu hakikat, "ilim malûma tâbidir" düsturuyla ifâde edilmiştir." » (SM; İBDA Diyalektiği, www.akademyayadogru.org sitesinden)
İnsan, belli bir yaşa gelince, aslında o zamana dek kimlerle ne kadar boşuboşuna didiştiğini farkediyor ki, mesele de sadece bu kadar belki, insanlarla anlayışlarına ve istidadlarına muvafık olarak konuşma lüzumu... Bunun bir de çocuğu ve ihtiyarı, kadını ve erkeği, köylüsü ve kentlisi var üstelik... Herkes fıtratının sevkettiği yolda mesafe alıyor, bize de bunu ya anlayışla ya anlayışsızlıkla karşılamak kalıyor... "İnsan münasebetleri" deniyor ya hep, işin aslı bence, herkesi kendi fıtratınca verimlendirip yetkinleştimeye odaklanmak ve kişide fıtraten olmayanlarla boşuna uğraşmamaya bakmaktır ki, işte akıllılık ve insanlarla "sağlıklı" münasebet de bu olsa gerektir!.. Sizce de öyle değil mi?..
Ölümlü dünya ah, meşhur sözdeki gibi: "Genç düşünebilse, ihtiyar yapabilse!.."
Allahın selâmı çalışan ve üretenlerin üzerine olsun!..
Selâmetle...

Tekrardan merhaba !

Kültür akademisi uzun zaman bir aradan sonra yeniden sizlerle paylaşımda bulunacaktır İNŞ..
Takipte kalın, vaktiniz varsa; yaşamaya..

26 Temmuz 2014 Cumartesi

BİR SİNEASTIN PORTRESİ: TARKOVSKİ İLE FİLMLERİ ÜZERİNE

 

"İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan,
hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.
Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir."

.......................Andrei TARKOVSKİ
 


IVAN'IN ÇOCUKLUĞU (IVANOVA DESTYO), 1962

- Nereden aklınıza geldi ilk filminiz "İvan'ın Çocukluğu" nun konusu?
- TARKOVSKİ: Biraz tuhaf bir hikayesi var bu filmin. Mosfilm stüdyoları filmin yapımına başka bir ekiple başlamıştı. Filmin yarısından fazlası bu ekiple çekildi, paranın yarısı harcandı ama sonuç öylesine kötüydü ki, yapımcı firma filmin çekimini durdurmak zorunda kaldı ve yeni bir yönetmen aramaya başladı. Önce isim yapmış yönetmenlere başvuruldu, sonra daha az tanınmışlara. Hepsi de bu yarım filmi devralmayı reddetti. Bana gelince VGIK Sinema Okulu'ndan yeni mezun olmuş, diploma filmim " Le Rouleau Compresseur et le Violon" u bitirmeye çalışıyordum. Öneriyi kabul etmeden önce bir çok şart ileri sürdüm. Senaryoyu yeniden yazmak, bunun için de senaryonun esinlendiği Vladimir Bogolomov'un hikayesini yeniden okumak istiyordum. Daha önce çekilen ve hepsi bir metreyi geçmeyen kısmın hiç çekilmemiş gibi kabul edilmesini ve her şeye sıfırdan başlamak için tüm oyuncularla, teknik ekibin degiştirilmesini istedim. Bana " Tamam ama paranın da yarısını alacaksınız " denildi. Ben de "Eğer bana beyaz kart verirseniz yarım bütçeyle de çalışırım" diye cevap verdim ve film böylece çekildi.
- O halde konu seçimini bir yana bırakırsak "İvan'ın Çocukluğu" tamamıyla Andrei Tarkovski'den doğdu.
- TARKOVSKİ: Evet
- Ama bu konu aynı zaman da size de çok yakın.Genç İvan savaş yıllarında sizinle aynı yaşta.
- TARKOVSKİ: Benim çocukluğum savaşı bir yetişkin ve bir savaşçı olarak yaşayan İvan'ınkinden çok farklı. Buna rağmen benim yaşıtlarımda oldukça güç bir dönem yaşadılar. Andrei Tarkovski ile İvan'ı birbirine bağlayan şey yalnızca İvan'la bu kuşağın tüm genç Rusları arasındaki yaşanmış acıyı anımsatmaktan ibaret.
- Film, 1962 yılında Venedik'te gösterildiği zaman, savaş üzerine derin bir refleksiyon olarak algılandı.
- TARKOVSKİ: Film iyi karşılandı ama eleştiri düzeyinde tamamen anlaşılmaz olarak kaldı. Herkes, tarihi, hikayeyi filmin karekterlerini yorumladı. Oysa ki söz konusu olan, daha çok, genç bir yönetmenin ilk yapıtıydı. Yani tarih görüşümün değil, dünya görüşümün anlaşılabileceği şiirsel bir eserdi söz konusu olan. Mesela Sartre, filmi İtalyan solundan gelen eleştirilere karşı coşkuyla savundu, ama tamamen felsefi bir açıdan. Bu benim için geçerli bir savunma değildi. İdeolojik değil sanatsal bir savunma arıyordum. Bir filozof değil sanatçıyım. Ayrıca bu savunma tamamen gereksizdi. Filmi kendi öz felsefi değerleri ile yorumlamaya girişiyordu ve ben, sanatçı Andrei Tarkovski, bir kenara konmuştum. Sanki yalnızca Sartre'dan konuşuluyordu, sanatçıdan değil.
- Sartre'ın film üzerine yaptığı yorum - Savaşın canavarlar, sonunda yiyip bitireceği kahramanlar ürettiği - sizin yorumunuzla aynı değil mi?
- TARKOVSKİ: Karşı çıktığım yorum değil. Bu görüşe tamamen katılıyorum. Savaş kurban kahramanlar üretir. Savaşın kazananı olmaz. Bir savaşı kazandığımız anda onu aynı zamanda kaybederiz. Karşı çıktığım yorum değil, polemiğin çerçevesi. Düşünceler ve değerler öne çıkarılmış, sanatçı ve sanatı unutulmuş.

ANDREİ RUBLEV, 1966

- Nasıl doğdu "Andrei Rublev"?
- TARKOVSKİ: Bir alşam Konçalovski ve diğer bir dostumla masa başında tartışıyorduk. Bu dostumuz "Niçin Rublev üzerine bir film yapmıyoruz? Ben oyuncuyum, Roublev rolunu de pekala oynayabilirim. Eski Rusya, ikonlar çok güzel bir konu olur" diye önerdi. İşin başında, bu fikir bana gerçekleştirilemez, hatta berbat, benim dünyamdan çok uzak gibi göründü. Bununla birlikte ertesi gün filmi yapmaya karar vermiştim. Andrei Konçalovski ile çalışmaya başladık. Ne mutlu ki, Roublev'in yaşamı üzerine çok az şey biliyorduk. Bu bize büyük bir eylem özgürlüğü tanıdı.
- Vladimir'in çantasından, Çan'ın yapımına kadar bütün epizodlar sizin tarafınızdan mı seçilip tasarlandı?
- TARKOVSKİ: Bütün bunlar uyduruldu. Ama bu yeniden yaratımdan önce varolan tüm belgeler tarandı. Bir anlamda Andrei Rublev'in yaşamını elimmizdeki tarihi belgelerin ışığında yeniden keşfettik.
- Böylece son derece kişisel bir film oldu...
- TARKOVSKİ: Kişisel olmayan bir film yapılabileceğine inanmıyorum.
- Filmin ana sorunu, hastalanan sanatçının yaratımdan vazgeçmesi, bir Tarkovski düşüncesi mi?
- TARKOVSKİ: Elbette, aslında bir kaç ikon dışında Rouublev üzerine hiç bir belgemiz yoktu. Ama Roublev'in kariyerinde bir boşluk, yaratımsız geçen önemli bir dönem olduğu biliniyor. Bu dönemi bir reddiye olarak yorumladım. Ama mesela, Roublev'in bu dönemde Venedik'te olduğunu ispatlayan bir başka yorum çıkarsa ne şaşırırım ne de şok olurum. Belki de Vladimir Katedral'inin yıkılması onu hiç sarsmadı. Ben bir Roublev yarattım ama başka yorumları da kabul ederim.
- Andrei Roublev kötülüğe maruz kalan bir dunyada sanatın meşruiyeti üzerine bir film. Kötülük sürekli iş başındayken güzeli yaratma tutkusu niye?
- TARKOVSKİ: Kötülük ne kadar artarsa güzeli yaratma nedenide bir o kadar artacak. Şüphesiz daha güç olacak, ama daha da gerekli.
- Tabi bunun alelade bir sanat olmaması koşuluyla.
- TARKOVSKİ: Ne demek alelade bir sanat olmaması?
- Tanrının dünya projesi ile uygun düşen sanat.
- TARKOVSKİ: İnsan varolduğu sürece yaratma eğilimi de var olacaktır. İnsan kendini insan olarak hissettiği sürece bir şeyler yaratmaya girişecektir. İşte onu yaratıcısına bağlayan şey burada. Nedir yaratım? Neye yarar sanat? Bu sorgulamanın cevabı şu formülde yatıyor: Sanat bir yakarıştır. Bu her şeyi anlatıyor. İnsan sanat aracılığı ile umudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entellektüel analiz olabilirler. Picassonun tüm eserleri bu entellektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entellektüel yeniden yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum.
- Dünyanın bir anlamı olduğunu öne süren sanattan başka sanat yok mu sizce?
- TARKOVSKİ: Tekrarlıyorum, sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar.
- Birçok insan "Andrei Roublev"de bugünün Sovyetler Birliği'ne, Rusya'nın geçmişte ki manevi yaratıcılığını yeniden bulabilmesi için gönderilen mesajlar olduğunu düşünüyor.
- TARKOVSKİ: Bu mümkün ama benim problemim değil. Bugünün Rusya'sına mesaj göndermiyorum. Zaten hiçbir Rusa hiçbir şey söylemek istemiyorum artık. "Halkıma demek isterim ki... Bütün dünyaya derim ki..." türünden peygambervari erdemler artık beni ilgilendirmiyor. Ben bir peygamber değilim. Tanrının şair olma olanağını, bir katedraldeki inananlardan farklı bir biçimde, yakarma olanağını verdiği bir insanım. Bundan başka ne bir şey söyleyebilirim ne de söylemek istiyorum. Eğer Batı toplumu benim fimlerimde Rus halkına yönelik mesajlar buluyorsa, bu iki halk arasında halledilecek bir problemdir. Benim problemim değil. Benim bir tek kaygım var; Çalışmak, sadece çalışmak.

SOLARİS, 1972

- Solaris gezegeninde Kelvin otuz yıl önce ölmüş karısına kavuşuyor. Bu, gerçekleşmesi imkansız bir olay aracılığıyla Tarkovski tarafından anlatılan tek aşk hikayesi mi?
- TARKOVSKİ: Aşk hikayesi filmin yalnızca bir yönü. Belki de Kelvin'in Solaris'te bir tek amacı var: Başkasına duyulan aşkın yaşamak için vazgeçilmez olduğunu göstermek. Aşksız bir insan, insan değildir.
- Ama başında bir bilim-kurgu hikayesine benzeyen bu macera aslında tinsel bir macera.
- TARKOVSKİ: Daha çok bir insanın başına vicdanen gelmiş bir macera. Stanislav Lem'in romanından esinlenerek bu filmi yapmak istedim. Gerçek bir uzay yolculuğu yapmadan... Şüphesiz gerçek bir uzay yolculuğu yapmak daha ilginç olacaktı, Ama Lem aynı fikirde değildi.
- Bu evren, daha sonra Stalker Zonu, bir çile metaforu değil mi? Yani yalnızca tek bir arzuya sahip olduğumuz bir yer: Kendini değiştirmek.
- TARKOVSKİ: Hayatın çilesiz olsa bile bu tanımı ortaya çıkardığını düşünüyorum; Değişmek. İnsan hayatı yalnızca bu değişimi hedefliyor. Çile bize daha çok, sakin olmak, acılarımızı dindirmek için gerekli.

AYNA (ZERKALO), 1974

- Fransızlar için "Ayna" Proust'un, belleğin dünyasını çağrıştırıyor.
- TARKOVSKİ: Proust için zaman zamandan öte bir şey. Bir Rus içinse bu bir problem değil. Proust için daha çok yayılmak, açılmak sözkonusu. Biz Ruslarsa kendimizi korumak zorundayız. Rusya'da çocukluk anıları, geçmişle hesaplaşmak, pişmanlık üzerine yoğunlaşmış çok güçlü bir edebiyat geleneği vardır.
- "Ayna"da bu gelenekten mi?
- TARKOVSKİ: Evet, zaten bu film Rus seyircisi arasında birçok tartışmaya yol açtı. Bir gün filmin gösteriminden sonra, halka açık olarak düzenlenen tartışma iyice uzamıştı. Gece yarısından sonra salonu temizlemekle görevli temizlikçi kadın geldi ve artık salonu boşaltmamızı istedi. Filmi daha önce görmüştü ve tartışmanın niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamıyordu. Bize, " Aslında herşey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini afettirmek ister" dedi. Bu basit kadınn herşeyi anlamış, filmdeki pişmanlığı kavramıştı. Ruslar içinde bulundukları zamanı yaşarlar. Edebiyat da yalnızca bu zamanla yapılır ve basit insanlar bunu çok iyi anlar. "Ayna" bu anlamda biraz da Rusların öyküsüdür. Pişmanlıklarının öyküsü. Salondaki eleştirmenler filmden hiçbirşey anlamadıkları halde, ilköğrenimini bile bitirmemiş bu kadın bize kendi gerçeğini, Rus halkının pişmanlığı gerçeğini söylüyordu.

STALKER, 1979

- Kimdir Stalker, bu gizemli karakter?
- TARKOVSKİ: Film, manevi değerleri için bir şövalye gibi savaşan bir insanı anlatıyor. Filmin kahramanı Stalker, edebiyatın "idealist" tipleri olarak bildiğimiz Don Kişot ya da Prens Mişkin ile aynı yörüngeye oturur. Ve idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler.
- İsa türünden karakterlerden bahsedilebilir mi?
- TARKOVSKİ: Benim için zayıfın gücünü dile getiren karakterler. Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor.
- Zayıfın bu gücünü duyması için insanın ne yapması gerekiyor?
- TARKOVSKİ: Önemli olan bu değil. Bir inanç adamının eylemleri düşünülmüş ve akıllıca olmak bir yana son derece absürd olabilir. "Gülünç", "Yersiz" eylemler maneviyatın yüksek bir şeklidir.
- Karşılıksız, nedensiz yapılan eylemler bir anlamda.
- TARKOVSKİ: Evet ama bununla beraber bu eylemler nedensizlik adına değil, kurulu haliyle varolan ve hiçbir şekilde manevi insanı üretemeyecek dünyayı aşmak için gerçekleştirilir. Önemli olan ve Stalker'in bütün seyrini yöneten, onu bayağılığa düşmeden gülünç, hatta aptal kılan ama kendi öz tekilliğini, öz maneviyatını ortaya çıkaran, bu güçtür.
- Stalker Zonu, bu inanışın mekanı mı?
- TARKOVSKİ: Bana sıklıkla sorulan sorulardan biri de bu zonun neyi anlattığı. Buna verecek tek bir cevap var; Böyle bir zon yok. Stalker'in kendisi yaratıyor bu zonu. Mutsuz insanları oraya götürmek ve onlara umut düşüncesi aşılamak için yaratıyor. Dilek odaları da aynı şekilde Stalker'in yaratımları.

NOSTALGHIA, 1983

- Neden söz ediyor "Nostalghia"?
- TARKOVSKİ: Yaşamanın imkansızlığından, özgürlüğün olmadığından. Eğer aşka sınır koyarsak insan tamamen şekilsiz bir hale gelir; aynı şekilde eğer manevi yaşama sınır koyarsak insan büyük bir sarsıntı geçirir. Bazıları bunu diğerlerinden daha güçlü hisseder; dünyayı aşk eksikliğinden kurtarmak için kendilerini tamamen bir başkasına adarlar. Bir kurban gibi. Bu aşka, içinde yaşadığımız dünya tarafından sınırlar konulduğunu gördüğü zaman insan acı çekmeye başlar. "Nosthalgia" nın kahramanı, dost olmanın imkansızlığından, dünyayla dostluk içinde olamamanın olanaksızlığından acı çeker. Bununla birlikte kendisi kadar acı çeken bir dost bulur: Deli Domenico.
- Bu acı mı Nostalji?
- TARKOVSKİ: Nostalji bütün bir duygudur. Diğer bir değişle, kendi ülkemizde, yakınlarımızın yanında, mutlu bir aileye rağmen nostalji duyabiliriz. Çünkü ruhumuzun kısıtlandığını hisseder, onu istediğimiz gibi geliştiremeyeceğimizi anlarız. Nostalji, dünya önündeki bu güçsüzlüktür. Maneviyatını başkalarına iletememenin acısıdır. "Nostalghia" nın kahramanını hasta düşüren illet, dost edinememenin, insanlarla iletişim kuramamanın acısıdır. Bu karakter, maneviyatın özgürce yaşanabilmesi için "sınırların kaldırılması gerektiğini" söyler. Daha genel olarak modern yaşama uyum sağlayamamış karakteri yüzünden acı çeker. Dünyanın sefaleti karşısında mutlu olamaz. Bu toplumsal sefaleti üzerine alır, ama aynı zamanda dünya ile arasına bir mesafe koyarak yaşamak ister. Onun sorunu tamamen merhametinden gelir. Bu merhamet duygusunun canlı örneği olmayı başaramaz. Diğer insanlarla birlikte acı çekmek ister, ama bunu da tam anlamıyla başaramaz.
- Kahramanınıza acıların üstesinden gelebilmesi için verebileceğiniz bir reçeteniz var mı?
- TARKOVSKİ: Köklerine, kaynaklarına inanması gerek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için yaşadığını bilmesi, yani sürekli olarak yaratıcısına bağımlılığını hissetmesi gerekir. Aksi takdirde, eğer Tanrı düşüncesi aşılırsa, insan hayvana döner. İnsanı hayvandan ayıran özellik, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür. Bu duygu maneviyat yoludur. İnsanın talihi, maneviyata giden bu yolu durmaksızın geliştirmesindedir. Bağımlılık insanın tek şansıdır. Zira yaratandaki bu niyet, bu mütevazi bilinç, bir üstün yaratığın yaratıcısı olmaktan başka bir şey değildir. Bu inanç, dünyayı kurtarabilme gücüne sahiptir. Köle yaşamını yerine getirmek gerekir. Bu ilişki son derece basittir. Anne-baba-çocuk ilişkisine benzer. Bir başkasının otoritesini tanımak gerekir. Bu saygı, bu kölelik, insana kendini tanıma, kendi içini görme gücünü verir. Bu, ortodoks rituellere göre yakarma diye adlandırdığımız, ama aynı zamanda benim sinema eserimin de aldığı biçimdir. Bununla birlikte, kendimi henüz bu yakarma idealini gerçekleştirmekten uzakta sayıyorum.
- Tanrı'ya inancınızla sanata inancınız böyle mi birleşiyor?
- TARKOVSKİ: Sanat yaratma kapasitesidir. Yaratıcının aynadaki yansısıdır. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sanat, yaradana benzediğimiz belirli bir andır. Bu yüzden yaradandan bağımsız bir sanata asla inanmadım. Tanrı'sız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı'ya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak: Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek fethetmek demek değildir.
- Sanatın amacı nasıl yalnızca hizmet etmek olabilir?
- TARKOVSKİ: İşte gizem burada. Yaratılışın gizemi gibi. Bir ikonun önünde çöktüğünüz zaman Tanrı'ya aşkınızı söylemek için tam yerinde kelimeler bulursunuz, ama bu kelimeler gizli, gizemli kalır. Aynı şekilde bir sanatçı, öyküsünü, karakterlerini bulduğu zaman dua-eserini yapar, yaratımında Tanrı'yla hem fikir olur ve tam yerinde sözcükleri bulur. İşte burada sanat bir hediye şeklini alır. Sanat yalnızca bir hediye olduğu zaman "hizmet edebilir".
- Filmleriniz böylece Tanrı için aşk eylemleri oluyor.
- TARKOVSKİ: Buna gerçekten inanmak isterim. Bunu yapmaya çalıştım. Benim için ideal, bu "hediye" yi sürekli vermek olacak. Bu anlamda Bach, Tanrı'ya gerçekten sunulabilecek tek hediye.

 "Les mardis du cinema", France Culture,
Röportajı Yapan: Laurence Cosse, 7 Ocak 1986
Fransızca'dan Çeviren: Güven Güner, Eylül 1993, İstanbul


31 Aralık 2010 Cuma

FERD-CEMİYET-EŞYA VE HADİSELER EKSENİNDE “STRES”

Dr. Fatih Damla

“Buz tutmuş bir nehre düştüğünüzde, eli bıçaklı bir saldırganla karşılaştığınızda yahut ilk paraşüt atlayışınızda dehşete kapılırsınız ve vücudunuz benzer biçimlerde tepki gösterir...”

Dikkat edilirse bunlar ânlık davranışlar; ama biz bu ânlık davranışları değil cemiyet içerisindeki yaşantımızın bizlerde oluşturduğu kronik bir etkilenmeden ve bunun neticelerinden bahsediyoruz. Zaten “genel anlamda stres” ifadesiyle “Buz tutmuş bir nehre düşen insanlar”ın durumu kastedilmiyor. Bunun yanında, ânlık davranışların etkilerine benzer sürekli bir “durumdan”, her türlü oluşumuzu etkisi altına alan aktif bir “zorlanma”dan bahsediyoruz.

“Stres etkenlerinin yol açtığı fizyolojik uyarılmanın olumsuz özellikleri üzerinde durduk. Ne var ki araştırmalar, kesintili stres sebeplerine maruz kalmanın daha sonra fizyolojik dayanıklılık biçiminde yararları olabildiğini göstermiştir. Özünde, kesintili stres (iyileşme dönemleriyle birlikte zaman zaman strese maruz kalmak) zamanla stres toleransına yol açar...”

***

Eğer usulünü biliyorsanız bir otobüsü hareket ettirebilir hatta onunla ülkeler dolaşabilir, bir uçağı havalandırabilirsiniz. Bunun yanında gerekli bilgi, beceriye sahip değilseniz iki tekerlekten ibaret bisikletin üzerinde duramayabilir, iki adım götürmeyi beceremeyebilirsiniz?.. Stres?..

İnsanların anlaşabilmesi “bildirilebilme” ile mümkün... Bu ise hakikat hükmünün insanlardaki müşterekliğiyle, yani “ben” ile “başkası” arasında ortaklık imkanı demektir... Böyle bir hakikat temeli olmasa lisân olmaz...” (SM, Dil ve Anlayış)

“Kainat bir dil”; neyin dili?.. “İnsan keyfiyeti oluştan önce”, “eşya ve hadiseler karşısında takınılan tavır olan ahlak”?..

Bir yönü ile “benzersiz” ve “kendini bilmez” olan her birimizin karşılıklı ilişkilerinden ibaret olan hayat; bir tür “toslamalar curcunası”, bir “trafik kazaları platformu” mu?.. Bu, olması gereken, kabullenmek zorunda olduğumuz bir araz mı?

Strese Yol Açan Olayların Özellikleri

“Stres oluşturan durum devam ederse, kronik bir uyum sağlama girişiminde bulunduğumuz sürece, farklı içsel tepkiler gerçekleşir...”

Belki zenginleştirilebilir ama biz şimdilik yeterli bulduğumuz, “Psikolojiye Giriş” adlı kitabın tesbitlerini kısmen modifiye ederek takip edelim.

Denetlenebilirlik; bir olayın denetlenebilirliği ne kadar düşükse strese yol açma ihtimali o kadar yüksektir. Bunun ölçüsü de değişiktir; bir yakınınızın ölmesinden, özür dilediğiniz bir arkadaşınızın bunu reddetmesine kadar geniş bir yelpaze. (Ama hangisinin daha çok strese yol açacağı kişiye, kişiler arası ilişkinin mânâsına bakar. Burada kişiler arası ilişkilerin “iç” değerlendirmeleri ile sosyal rollerinin cemiyet içerisindeki mânâlarının fert açısından kabul edilebilirlik derecesi denetlenebilirliği etkileyen hususların içerisine girer.)

Kronik denetlenememe, tahmin edilememe durumlarının sonuçları hakkında neler söylenebilir? Buna rağmen hayat akıp gitmektedir!..

Tahmin edilebilirlik; strese yol açacak olayın gerçekleşeceğini tahmin edebilmenin -kişi olayı denetleyemese bile- tabiî olarak stresin şiddetini azalttığı gözlenmiştir. (Hayvan deneylerinde, hayvanların tahmin edilebilir şokları tercih ettikleri gözlenmiştir.)

İnsanlardaki davranışlar da böyle olmuş. İnsanlar bu durumda hissî olarak daha az sıkıntı duyduklarını, daha az uyarıldıklarını söylemişlerdir.

Bu sonuçların açıklamasında; tahmin edilebilir şokun hazırlık safhasına imkan tanıması, hazırlık safhası güvenlikli bir dönemi, gevşemeyi, bir şekilde bir planla karşılık verebilmeyi sağlar...

Sınırlarımızı zorlamak; bazı olaylar denetlenebilir yahut tahmin edilebilir olsalar da strese yol açabilirler. Çünkü bizi yeteneklerimizin sınırına iterler ve kendimize ilişkin görüşlerimizi kökünden sarsarlar.

Bu durum aslında kendimizi tanımamız ve hayatımız hakkında önemli kararlar alma, değişiklikler yapmamıza yol açar.

“Olumlu olaylar çoğu kez uyum gerektirse ve strese yol açıcı olsa da, çoğu araştırma olumsuz olayların psikolojik ve fizikî sağlığımız üzerinde olumlu olaylardan çok daha büyük bir etkiye yol açtığını gösterir... Bu tür olayların bir meydan okuma olarak görülmesini etkileyen ferdî özellikler vardır...”

Dahilî çatışmalar; stres şuurlu yahut şuur dışı olabilen çözümlenmemiş çatışmalar gibi dahilî süreçlerle de ilgili olabilir.

Çatışma; birbiriyle bağdaşmayan yahut karşılıklı olarak birbirini dışlayan hedefler yahut eylem çizgileri arasında seçim yapmak gerektiği zaman gerçekleşir...

Öfke ve saldırganlık; stresin yol açtığı genel bir tepkide saldırganlığa yol açabilen öfkedir. “Engellenme-saldırganlık” varsayımı ekseninde; bir kişinin hedefe ulaşma çabası ne zaman engellense bir saldırganlık dürtüsünün ortaya çıktığını, bunun da davranışı engellemeye yol açan nesne yahut kişiyi incitecek şekilde güdülediğini varsayar.

Araştırmalar saldırganlığın engellenmeye kaçınılmaz bir tepki olmadığını gösterirken, saldırganlığın bu tepkilerden biri olduğu açıktır.

Engellenme kaynağına doğrudan saldırganlık her zaman mümkün yahut uygun değildir. Zaman zaman kaynak belirsizdir, yahut fizikî varlığı yoktur. Kişi neye saldıracağını bilmez ancak öfke duyar ve bu duyguları aktaracak bir nesne arar. Engellenmeden duyulan şahsî sorumluluk zaman zaman öylesine güçlüdür ki saldırı tehlikeli olacaktır. Şartlar engellenme nedeniyle ortaya çıkan saldırganlığı engellediği zaman saldırganlık yer değiştirebilir. Saldırganlık eylemi düş kırıklığının gerçek nedeninden çok masum bir kişiye yahut nesneye yönelebilir.

“Bilişsel” bozukluk; insanlar ciddi stres nedenleriyle karşılaştıklarında gerçek bir “bilişsel” bozukluk da gösterebilirler. Yoğunlaşmakta ve düşüncelerini mantıkî biçimde örgütlemekte zorluk çekerler. Kolayca saptırılabilirler. Sonuç olarak görevlerdeki, özellikle karmaşık görevlerdeki performansları kötüleşme eğilimi gösterir.

Yüksek hissî uyarılma seviyeleri zihnin işleyişine etki edebilir.

Bir stres nedeninden dolayı ne kadar endişeli, öfkeli yahut depresyon içinde olursak, “bilişsel” bozukluk yaşama ihtimalimiz de o kadar artar.

“Bilişsel” bozukluk, bir stres nedeniyle karşılaştığımızda aklımızdan geçen düşüncelerin sapmasından da kaynaklanabilir... Muhtemel eylem kaynakları üzerinde düşüncelere dalarız, eylemlerimizin sonuçları hakkında endişeleniriz ve duruma başarıyla el koyamadığımız için kendimizi suçlarız.

“Bilişsel” bozukluk insanları stresli dönemlerde düşünceye saplanıp kalmak şeklinde, davranış kalıplarına katı bir biçimde bağlanmaya da yöneltebilir.

Bazı insanlar duruma uygun olmayan, eski, çocuksu davranışlara başvururlar. Tedbirli kişi daha tedbirli hale gelebilir ve tamamen pes edebilir. Bu arada saldırgan kişi denetimi kaybedebilir ve amaçsız biçimde her yönde saldırıya geçebilir.

Strese psikolojik tepkiler; neşeden anksiyeteye, öfkeden düş kırıklığına ve depresyona kadar değişen hissî tepkilere yol açar

Anksiyete; bir stres nedenine karşı en genel tepkidir. Anksiyete derken; çeşitli derecelerde yaşanılan “üzüntü”, “kuruntu”, “gerilim” ve “korku” gibi terimlerle ifade edilen, hoş olmayan duyguları kast ediyoruz.

***

İnsan şuurunun “kendi oluş”u sürecinin maksatlılığına münasip dış ortamın olmamasına bağlı geliştiğine inandığım bir çok rahatsızlık, duygu durum bozuklukları, depresyon ve çeşitleri, bunların yanında anksiyete, stres vs geniş bir yelpazeyi oluşturmaktadırlar. Normal ile patoloji arasındaki çizginin flû olması vesilesi ile –diyelim- hastalık tariflerinin her birimizi “ısıran” bir yönü var. Normalin her kabarması –öyle yahut böyle- çeşitliliği içerisinde patoloji tariflerine vesile oluyor.. Olması gerekenin olmaması-olamaması... Kişinin eşya ve hadiseler karşısında rahat olamaması... Eşya ve hadiseleri tanıdık, aşina bulamaması, manalandıramaması... Kendini “anlayacak” muhatap bulamaması... Ortak “dil”in olmaması... “Varoluş cehdinin” azmi, arzusu, telâşesi, “tabiî mecburiyeti”, görevi, enerjisi, yaratılış gayesine erme, “ne olacaksam olayım...”ın sıkışma, tıkanma safhaları imiş gibi geliyor: Kelebeğin cama çarpıp durması... Bu şekilde “öğrendiği” ve hazmedemediği hayat, hayatı. Hepsinin “öğrenilmiş çaresizlik” durumları şeklinde; stres, anksiyete, depresyon, bir çok rahatsızlığın aynı kök-merkezden, vasattan, temelden kaynaklandığını düşünüyorum; olması gerekenin olmaması, olamaması, suyun yatağını bulamaması, “ördek yavrusunun suyunu...”

***

Hasta, poliklinik, doktor, reçete!... Bahis uzun idrak kısır...

Mevla görelim neyler...

NOT: "STRES VE TEPKİLER" ve "ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK" makalelerindeki iktibaslar için kaynakça:

1. CURRENT PSİKİYATRİ -Tanı ve Tedavi-; Michael H. Ebert, Peter T. Loosen, Barry Nurcombe; Güneş Kitabevi, 2003, Çeviri editörleri: Sunar Birsöz, Taha Karaman.

2. PSİKOLOJİYE GİRİŞ -Rita L. Atkinson, Richard C. Atkinson, Edward E. Smith, Dary J. Bem, Susan Nolen-Hoeksema, Arkadaş Yayınları, Çeviri: Yavuz Alogan, 2002, 2. Baskı.

http://www.drfatihdamla.up.to/

setstats 1

1 Aralık 2010 Çarşamba

AYLIK DERGİSİ ARALIK SAYISI BAYİLERDE!


FATMAGÜL'ÜN SUÇU NE?

Selâm İle...

Devletin eğitim kurumları, parasız derken paralı olmuş ve özel dershanelere muhtaç kılınmışken ayrıca kendi içinde bir çok problemle boğuşuyor. İşin teknik boyutları bir yana, eğitim meselesiyle iç içe şu hususları da vurgulamalıyız:
Eğitim meselesi ahlâk meselesinden ayrı tutulamaz.
Eğitim meselesi ideoloji meselesinden ayrı tutulamaz.
İdeolojisi olmayan bir devletin eğitimi de olmaz aslında.
Genç beyinlere, yaşanmaya değer hayatla ilgili bir dünya görüşü verilmiyor aslında. Kendilerinde yok ki başkalarına versinler.

“Çağdaş eğitim” denilen kapitalist zihniyetten başka bir şey verilmiyor aslında, o da taklidin taklidi soyundan. Yani kısaca, ne ilimde, ne irfanda, ne sanatta, ne kültürde, ne edebiyatta, ne teknikte bir seviye yok. Kitap okuma oranımız binde 1, Avrupa’da yüzde 20’ler civarında iken. Kemalist ve modern eğitimin 80 küsur yıllık serencamı bu. Yetiştirilen dilsiz, idraksız, kitapsız nesiller.

Öğretmenlik gibi kutsal kabul edilen bir mesleğin, Cumhuriyet tarihi boyunca nasıl ayaklar altında olduğu ve öğretmenlerin şahsiyetsiz ve güdük olmaları istendiği malum.
Ekonomik olarak öğretmenlerin durumu da içler acısı; işportacılık yapan, ek iş yapan öğretmenler… Üniversitelerimiz ise dünya sıralamasında Afrika ülkeleri düzeyinde. Asistanlık-doçentlik çarkı da kişinin eğitimini ve kültürünü geliştirmiyor bilakis köreltiyor. Cahil Proflar sürüsü buna misal. Zaten 1928 Harf inkılabı ile bir gecede millet cahil bırakıldı ve yerine de bir şey konamadı.

Hiçbir telif sahibi eser vermeden gerçekleşen Cumhuriyet devrimleri kitapsızlığımıza ve cehaletimize misaldir. Öyle ki kendi kanunlarını bile Fransızından, İtalyanından, İsviçrelisinden bire bir aldılar. Ve maymunvarî Batı taklitçiliği sonucunda doğan küsbe nesiller.
Uyuşturucu ve alkol kullanma yaşı 11-12 yaşlarına yani ilköğretime kadar indi. Allah Resûlünün, 7 yaşında çocuklarınıza dini eğitim verin, emrini cahillikle suçlayanların sonu böyle oldu.
Üniversitesi de böyle Lisesi de böyle; varsa yoksa etiket, mevki-makam derdi. İstenen böyle bir nesildi zaten şimdi bu seviyesizlikten şikayet ediliyor.
Bir tarafta azılı bir gürûh varken, diğer tarafta rengini , kimliğini belli eden düşman bir yana, “islamcı” kisve altında müslümanları sekülerlik yolunda sisteme entegre eden okullar; esasında bu okullar, bizce diğerlerinden daha korkunç ve aşağılık.

İnsanı, gereksiz ve samimiyetsiz bir çehre sahibi yapmaya namzet bu şeytan efendi'nin okulları, Amerika'nın “Ilımlı İslam Projesi'nin bir ahtapot gibi her yana yayılmış şeytan yuvalarıdır.
Belki içki içen bir adam yaptığı hatadan dönecek ve bir daha birahâneye gitmeyecek; fakat ya “islam kisvesi” altında müslümanları uyuşturanlar nereden nereye geri dönecek?
Kapağımızda da bu mevzuyu işlediğimiz gibi bu tehlikeye karşı bir daha dikkat çekiyor ve diyoruz ki; ne şu, ne bu, ne sekülerlik yolunda sarhoşluk, ne “diyalog” adı altında ihanet ve ne de başka bir izm yahut akım: SADECE ŞERİAT!

Bu ay yine muhtevasısade suya tirit dergilerden olmamaya çalıştık her zaman ki gibi.
Av. zeliha hanımın, Sezâi beyefendinin yazıları ve tele röportajımız kapak mevzumuzla alakalı.
Bilgehan Yusuf ve Ömer emre dış politika ve iç politika üzerine değerlendirmeler yapıyorlar bu ay yine. Kâzım Albayrak, hükümetin aydın Doğan'ın borcunu affetmesini ve diğer gündemdeki meseleleri ele alıyor..

Necib Müftüoğlu on iki imamı anlatıyor; kıymetli bir yazı olduğuna inanıyoruz. Sedat bey Teffekkür ve Mantık'ı ele alıyor bu ay.

Bu ay Milli gazete yazarıAli Haydar Haksal beyefendi ile söyleşi yaptık; sanattan siyasete bir çok mevzu konuşuldu ve sohbet havasında geçti. Alakanıza sunuyoruz.

Fatih Turplu bir deneme yazısı, Bilal Atış bir hikaye ve Cem Yılmaz Kartaca'yı anlatıyor. Ali Acar bir iktisat yazısı ile bulunuyor ve ilginç tesbitler yapıyor.

Haberlerimiz ve diğer içeriğimizle elimizden geleni sizlere sunmaya çalıştık. Selâm ve duâ ile. Allah'a emanet olun...

22 Ekim 2010 Cuma

Zaman Üzerine Metinler: Unutmanın Doğası ve Döngüsel Zaman


Birinci Yanılgı: Zaman Çizgiseldir

Zaman çizgisel bir düzleme sahip olsaydı, onun üzerinde dümdüz gittikçe tüm geçmişi geride bırakmamız ve sonra da afiyetle o yolun sonundan aşağı, zamansızlığa düşmemiz gerekirdi. Ama düşemiyoruz. Yani evet, bazıları ahmakça düşüyordur. Hatta "ne kadar uzaklaşırsam o kadar çabuk geçer" diye düşünüp zaman aşımı diye bir şeyden medet umanlar bile olabilir. Ancak işe yaradığını düşündüğümüz bu kavram aslında bir yanılsamadan ibarettir.

Yaşadığımız sıkıntının zamanla bize önemsiz görünmesi, o derdin gerçekte de önemsiz olmasından ve değer yargılarımızın onu iptidaileştirmesinden kaynaklanır. Bizlerse yaralarımızın iyileşmesini zamana bağlar ve onun herşeyin ilacı olduğuna inanmayı tercih ederiz. Çünkü bize onca acı çektiren şeyin aslında pek de önemli bir dert olmadığını kabullenmektense zamanı tedavimize paravan kılmayı yeğleriz. Oysa ki zamanın değil, algılarımızın değişmesi bizi kurtarır. Algı; duygu ve düşünce dünyamızı hizaya sokan, bir şeyi bizim için önemli ya da önemsiz kılan yegane etmendir.

Bu noktada bir hatırlatma yapmak isterim: Bu yazıda zaman kavramı ile ilişkilendireceğimiz eylem 'unutma' eylemidir. Hissettiği acıyı muhafaza eden ve onu kaydadeğer bulan insanın, tıpkı suyun varlığını kanıksamış ve kendi benliğinin parçası haline getirmiş bir balık gibi, kendi üzgünlüğünün içinde yaşamayı öğrenmesi hali insanın bir başka yeteneğine işaret etmekte olduğundan, ileriki yazılarda ele alınacak ve -bir de tüyo vereyim- kutsanacaktır.

İnsan dinamik bir varlıktır, bu onun hem zaafı hem de yeteneği sayılabilir. Zaman geçtikçe eski sıkıntıların yerini yenisi alır ve meşguliyetler değişir. Acısını çekmeye değer bulduğumuz imtihanlar yer değiştirebilir. Bütün denklem bunun üzerine kurulmuştur, insan algısı hangi acıyı ön sıralara yerleştirirse onun ıstırabı duyulur.

Zamansa bırakın unutmaya yardımcı olmayı, yaşanmış tüm hadiseleri hafızasında saklayan ve hiçbirinin silinmesine izin vermeyen, kapalı bir fanus gibidir. Zira nefes aldığımız sürece eteğimizin dibinden ayrılmayacağını idrak ettiğimiz, bizimle var olan ve biz yok olana dek de varlığını sürdürecek olan zaman mefhumu, tam da fani olmaktan ötürü ondan asla kurtulamayacağımızı gösterir. Böylece zaman, geride kaldıkça siliniverecek tüm o duygu ve düşünceler ihtimalini ortadan kaldırıp çizgisel değil, bilakis döngüsel olduğunu, biz fanilere kanıtlar. (Bu ayrım aşağıdaki çizimle ayrıntılandırılmıştır.)





Onun döngüselliği, bir daire içerisinde her türlü zaman birimini barındırdığı anlamına gelir. Bu durumda, ne geçmiş geçmişte kalmıştır, ne de gelecek bizden çok uzaklarda saltanat sürmektedir. İçiçe geçen dün-bugün ve yarın kavramları, sandığımız gibi birbirinden kopuk parçalar halinde bulunmayıp, "ömrün herhangi bir günü" olma paydasında birleşirler.

Bu her ne kadar insan hayatı için meşakkat yaratan bir durum gibi görünse de, kendi içinde pek çok avantajı da barındırır. Böylece, örneğin dün gördüğünüz bir güzellik siz onu unutmayı istemediğiniz müddetçe tazeliğini korur. Yahut bundan seksen sene önce yaşanmış bir hatırayı daha dünmüş gibi hatırlayabilir, bahşedilmiş bir ânın yeniden yaşanmasının mümkünlüğünü düşleyebilirsiniz. Bugün hissettiğiniz bir acıyı döngünün gerisine iterek, dairenin geçmişte kalan bölmesine emaneten bırakabilir, geleceğe dair bir zaman parçasının izlerini bugünden hissedebilirsiniz.

Zaman içerisinde zihinsel yolculuk yapabilme fırsatı tanıyan bu nitelik, her ne kadar soyut bir imkan vadediyor olsa da, temel kavramımız olan zamanın sonsuz bir soyutluğa sahip olması buna sebeptir. Kendisi somut olmayan bir mefhumun imkanları da somut/maddesel olmayacaktır.

Zaman ve unutmak kavramları arasında ilişki kurarken, bahsettiğimiz bu döngüselliği algılamak öncelik taşır. Bunun dışında, kendisinden bir türlü aşağıya düşemediğimiz, sürekli işleyen, ilerimizde, gerimizde, yahut herhangi bir yerimizde asılı kalmaya devam eden dünyevi zaman, bu anlamda sanıldığı gibi unutmaya yarayan bir ilaç, kat'a değildir. Unutmanın insan varlığı için ne ifade ettiği ve gerekli bir eylem olup olmadığı ise başka bir yazının konusudur.

Alıntıdır; http://kristensenn.blogspot.com/