9 Şubat 2015 Pazartesi

MÜTEFEKKİR SM'DE NELER GÖRDÜK, O'NDAN NELER İŞİTTİK?

Rasat Forum’dan


Herkese selâm, rasatçılara, akademyacılara, yeninizamcılara, ikidenizcilere, ibdagündemcilere, sayamadığım tüm "çalışan" gönüldaşlara ve tüm okuyucularımıza...
Editörün isteği bende bazı hatıralarımı nakletme şevki doğurdu. Elimden geldiğince işittiklerime sadık kalmaya çalışacağım Sürç-ü lisânımız, temin edeceğini ümid ettiğimiz faydaya hürmeten, affola...
I. Mütefekkir SM, özellikle kendi sözlerinin, örneğin Tilki Günlüğü'nden yapılan iktibasların yerli yersiz kullanılmasını doğru bulmazdı, sadece "iştikak" yetmez, bir de şahsın idrakine mâlolmuş "hakiki" mânâ olması, "hakiki" idrak olması, "hakiki" eser olması gerekir derdi "mealen"... "Bu iş ne akılla olur ne akılsız" hikmetini ifade ederdi... Yoksa kuru kuruya tedailerin, alâkasız yeltenme ve yakıştırmalara sebebiyet vereceği tehlikesine dikkat çeker ve "mealen" şöyle eklerdi: "Ne olmak istiyorsun, bana söyle, iki dakikada öyle olduğunu çıkarayım Tilki Günlüğü'nden!..." Fakat şunun önemli olduğunu vurgulardı. Hadise senin kendini ne olmaya yakıştırdığın değil, ortaya koyduğun "eser"dir, artık hangi konuda ve konumdaysan... Diyelimki kendine ressamlığı yakıştırdın Tilki Günlüğü'nün iştikaklarından, ama hemen şunu bildirirdi Mütefekkir: "Ressam olmasına ressam ama bir küçücük(!) eksiği var, hiç resmi yok!..."
II. Mütefekkir SM'nin yine dikkatimizi çektiği bir nokta, aynı çizgide diyebiliriz: Hani bir bahis okumuşsunuzdur İBDA külliyatından, sonra buradan bir iktibas yapıyorsunuz kendi cümlelerinizle, yani oradaki unsurları kendi yazınız içinde kullanıyorsunuz ama bir tuhaflık var ortada, "bütünlük" yok, "oturmuş-hazmedilmiş" bir idrak yok mesela, diyelim ki mimari bir yapıda "kapı, ışık, duvar, masa" birbirlerine bir nisbet içinde "bütünlük" belirtip ehlince bize tasvir edilebilir ya, ama buna ters olarak şöyle bir yaklaşım, daha doğrusu yaklaşamama durumu oluyor: Bize bu mimariden bahseden kişi, bize gördüklerini birbirine nisbet icinde, hani "duvar sağdadır, ortasında bir tablo asılıdır, üstte ortada bir ışık vardır, hemen sol tarafımda 2 m ileride bir kapı vardır, pencereyse tam karşımdadır ve benden 3 m uzaklıktadır" tarzında "net bir perspektifle" anlatamıyor ve şöyle diyor mesela: "Hani anlarsın ya, ışık, duvar, masa, pencere falan!!!" Bir de bunu anlatırken, ağzında şeker saklayan, varmış gibi yapan, ağzındaki şekeri yanağındaki şişkinlikle belli etmeye çalışan ama "gösteremeyen" çocuk taklidi yapardı bize Mütefekkir!... Anladığım o ki, ağzında bir şeker varmış gibi yapmak yerine, yani çok derin ve hikmetli şeyler biliyormuş gibi hissettirmek yerine, ağzında şeker varsa "net biçimde" göstermek, yoksa yok demek, yani bize düşen bu olsa gerek... Doğrusunu Allah bilir, ben sadece işittiklerimden kıt aklımca azıcık anlayabildiklerimi veya sezebildiklerimi aktarmak istedim. Anlatılmak istenen tam böyle olmayabilir ama "yaklaşık olarak" böyle olduğunu söyleyebilirim.
III. Sanırım Hegel'i örnek vererek, üslubunu "doğrudan söyleyiş bakımından" onunla sanırım mukayese edip benzeştirerek ve kendisini yanlış hatırlamıyorsam Üstad'ın üslubuyla da farkı bakımından kıyaslayarak, "mealen": "Ben söyleyeceğimi hiç uzatmadan söylerim!"... Direkt!.. Ve son derece "sistematik" yazdığını da söylerdi ilaveten.
IV. Kendisinden yapılan her tür iktibasın, kendisinden alındığı kesinlikle vurgulanarak yapılmasını isterdi, malum. Kısa ibarelerin naklindeyse, dostlara hiç olmazsa ve mutlaka “tırnak içinde” iktibası tavsiye ederiz bu bâbda.
V. Tabiî hayattan, çiçeklerden, böceklerden, hayvanlardan, topraktan, el işlerinden uzak "kent" ve "beton" hayatının insanlarını "Bunları bilmezsin; peki sen neden anlarsın?" diye tenkid ederdi. Tabiî hayatın şiiriyetini ve kişiye verdiği huzuru idealize ettiğine çok kez şahid olmuşuzdur. Kendisinden, saatlerce tavşanlar, köpekler, kuşlar vs hakkında malumat dinlemek, çoğunun farketmediği böylesi "tabiî hayat" sahnelerinin teferruatının mânâlandırılışını hayranlıkla işitmek mümkündü. Toprak ve nebatla haşır neşir olmanın değerinin altını müteddid defalar çizerdi Mütefekkir SM... Otobanların tabiat hava ve ortamını solumaya ve temaşaya engel suni hız ve pratikliğindense, tabiatı doya doya temaşa edebilici sakin bir seyahat onun nazarında çok daha güzel ve insanîydi... Vesilesi gelmişken, Boğazlar'ın güvenliği için "Greenpeace" gibi çevreci teşkilatlarla ortak çalışabileceğimizi ifade ederdi.
VI. Genç veya yeni yazarların ortaya koyduklarına çok büyük fauller yoksa ses etmez ve sebebini şöyle açıklar; "mealen" bir gönüldaşımdan işittiğim üzere: "İstediğim gibi olmasalar da, şimdi teşvik edeceğim ki sonra sonra yetişsinler, güzel verimler ortaya koysunlar!..."
VII. Tarife gelmeyecek derecede kibar ve mültefitti. Kendisine ister çay götürülsün, isterse ufacık bir yardımda bulunulsun, hiç gecikmeden ve daima şefkat dolu bir hitab ve bakışla teşekkür alınırdı. Zarafette kendisine en küçük mikyasta bile yaklaşmak mümkün olmazdı ki, burada itiraf etmek isterim, onun yanında kendinizi kelimenin tam anlamıyla, kusurumuza bakmazsanız, bir "kazma" gibi hissederdiniz, çünkü karşınızdaki "SON İNSAN"dı sanki!.. "SON ARİSTOKRAT"!... Sanki tarihin derinliklerinden günümüze ışınlanmış ve kalabalıkların haberdar olmadığı soylu bir DESTAN KAHRAMANI'ydı O!...
VIII. Protokol denilen hadisenin, insanların kime niçin gidileceğini bilmemesinden dolayı zorunluluk kesbettiğinden bahseder ve bir deyişle en hurda mesele için bile bir devlet büyüğüne kalabalıkların hücum edebileceğini söylerdi. Yani protokol, kendisini, haddini bilenler için değil, bilmeyenler için bir nizam temin eden bir zabıtaydı anladığım kadarıyla O’nun nazarında!...
IX. Ümmî insanların "ihlas"ına âşıktı!... Ve dilinden düşürmediği bir söz de şuydu: "Riyâkâr kahraman olamaz!"...
X. Ve, "Birbirimizi derinden sevebilmemiz"e dair içli dileği... Birtakım muhtemel menfi hatıralara atfen, "Keşke hafızanızın bazı yerlerini silebilseydim!" mealindeki derin hasret ifadesi...
XI. Komünistlerin, Rusya'da asimile etmek istedikleri Orta Asya Türklerinin kültür kökleri olan "destan"larını ve benzeri manevî "kök" değerlerini, kimsenin pek farkedemeyeceği biçimde ama tesiri "dejenerasyon"a yolaçacak şekilde tahrif ettiklerini, yüzlerce yıl önceki bu kökleri araştırdıklarını, bunları (sanki "gen"lerle oynar gibi!) tek tek incelediklerini belirtir ve bizde her sahanın ne kadar boş ve sahibsiz olduğunu eklerdi.
XII. Cemaatle namaza son haddiyle kıymet verir ve doğrusunu söylemek gerekirse, kaçıran olup olmadığına ziyadesiyle dikkat kesilirdi. Tesbihat, hakeza, nazarında ne kadar mühimdi!.. Büyük başarıların, İslam büyüklerinin inâyeti unutularak, nefslerimizden bilinmesine nasıl hoşnudsuzlukla bakardı.
XIII. Kendisi çok çok az yerdi ama bunun kendisine has "ruhî bir durum"dan kaynaklandığını vurgular, kendisine özenmemizi istemez, bizim tabiî ve gereğince beslenmemizi teşvik ederdi.
XIV. Aramızda ama YAPAYALNIZ bir devdi O, bir köy kahvesinde kasketlilere laf anlatmaya çalışan bir FİKİR DEVİ... Ve fikirde vardığı zirve noktasının ve ruh durumunun ifadesi olarak şu: "Ben (şu kadar zamandır) hiç içinde yaşıyorum, hiç içinde yaşamak ne demek, siz biliyor musunuz?"... Ve yine şu: "Ben 500 yıldır beklenen mütefekkirsem, bu dünya bunu hiç haketmiyor!"... Ne kadar doğru, İNSANLIĞI KURTARICI REÇETE'nin sahibi korkunç işkence ve suikastlere maruz bırakılarak zindandayken kimin umurunda, kim hangi kurtuluşu arıyor ve özlüyor ki?.. Kimlerin en önemli(!) derdi neler, hele bir bakınca!...
XV. Kemalist-laik takımdan ziyade, bizden görünen münafıklara duyduğu korkunç buğz...
XVI. "Düzenli hareketler düzenli düşünceler doğurur!" sözünü mütemadiyen kafamıza nakşetmek isteyerek, spora verdiği ehemmiyet...
XVII. Muhtevanın ıskalanır olmaya başlandığı bir "yazarlık" becerisi için teşhisi: "Ne fena!"...
XVIII: "İş"e verdiği öncelikli değer ki, bir işi tenkid etse bile söylediği: "Ama bunu olan bir iş üzerinde söylüyorum!"... Ve bu işlerin "iş" olması bakımından bizim için kıymeti: "Sizi kurtarır!"... Ama, hemen peşinden eklediği: "Ancak, OLMAK başka bir şey!"...
Şimdilik bu kadar gönüldaşlar... Veda vakti... Herkese tekrar selam ve tüm çalışmalarında başarılar...
-----------------
Tüm gönüldaşlara ve okuyuculara selam,
Bu bölümde Mütefekkir'den sadece işittiklerimizle yetinmek yerine, O'nda gördüklerimizi de ehemmiyetine binâen, olanca kifâyetsizliğimiz, acemiliğimiz ve acelemize rağmen, tasvir etmek istedik.
I. Mütefekkir SM'nin herşeyden önce vakarla “nefsanî gurur”u asla birbirine karıştırmadığını gördük. Şöyle ki, ondaki tarifsiz heybet ve içe işleyen o derin ama HİÇBİR YAPMACIĞI OLMAYAN "SAMİMİ" vakarı yanında, beşerî hususiyetleri bakımından yaptıklarının hikayesinde ve bizlerle olan diyaloglarında YİNE HİÇBİR YAPMACIĞI OLMAYAN "SAMİMİ" bir "tabiîlik" gördük. Hani bilirsiniz, bazı lider ve kahraman "özentisi" tipler vardır, kendilerine göre "karizma" temin edici tuhaf, derin(!) ama suni bakışlar, edâlar, zorlama hikmet paralama gayretleriyle muhatabı etkilemek ve "mistik bir hâle" içinde nefslerini takdim için çırpınırlar. İşte bunlarla uzaktan yakından en ufak alâkası olabilecek tek bir zerre bile bulamazdınız Mütefekkir'in o "samimi" edâ ve davranışlarında!.. O'nda herşey "tabiî", "samimi", "candan" ve ruhun en derinlerinden gelip ruhun en derinlerine işleyen bir “letafet” belirtiyordu. Düşünceliyse, düşüncelidir; neşeliyse neşelidir, kızmışsa kızmıştır, üzgünse üzgündür; "gibi" yapmaz ve davranmaz. Gerçi üzüntüsünü ve kızgınlığını perdelemeye çalışır ve bunu daha çok birbirinden çarpıcı "nükteler" ardina saklamaya, "üçüncü şahıslar"dan bahsediyormuş gibi "ortaya konuşma"ya ve muhatablarını "şahsen" incitmemeye azami gayret gösterirdi ancak, neşeli olduğunda hâlâ daha gözümün önünden gitmeyen o "melek gibi", hatta iki elini yüzüne kapatarak o "bebek gibi", saf ve insanın içini eriten nefis gülmesini-gülümsemesini esirgemezdi.
II. Mütefekkir'in diyelim ki dışarıda olan bitene sinirlendiği bir bahis sözkonusu, aynı "samimi", yani "zerre yapmacıksız" tavrı bu noktada da müşahede ederdiniz ki, durumu ifadeye en "uygun", hani derler ya "cuk oturan" ifade dökülürdü dudaklarından, bu "amiyane" addedilebilecek bir kelime, deyiş, argo, sövgü olsa bile!.. Diyoruz ya, O, "kalite"sini her sözünde, eserinde, düşüncesinde ve davranışında "isbatlamış" bir insan olarak, küçük hesabların, küçük "karizma" ve "nezaket" numaralarının adamı değildi, başkasında ister şöyle ister böyle yapılsın daima itici ve suni olabilecek bir tavır, onda tam tersine ister "zarif" isterse "celalli" olsun, baştanbaşa samimi ve işte bu can yakıcı samimiyetinden ötürü de "karizmatik"ti. Hayatımda O'nun dudaklarından dökülen ve durduk yerde değil de tam da vesilesi geldiği için dökülen "argo"nun güzelliğine yaklaşabilecek, en basit karikatürü derecesine ulaşabilecek bir üslub çarpıcılığını hiç kimsede görmedim, göreceğimi de sanmıyorum. Kimileri O'nun suyunun suyu kabilinden, Mütefekkir gibi küfrettiklerini sanıyorlarsa tamamen yanılıyorlar, çünkü kendilerininki çoğu üçüncü sınıf, kaba, itici ve yersiz bir "özenti"yken, Mütefekkir'in kimi zaman serdettiği "argo", ya RUH VE FİKRİN EN YERİNDE İFADESİ hüviyetindeydi. yahut kılıcını kuşanmış "namlı bir şövalye"nin düşmanına savaş meydanındaki "gereken" hitabıydı. Sözün özü, O'nun kimi zaman kullandığı "argo" bile "gerekeni gerektiği yerde yapma ve söyleme" cümlesinden ve bunun literatür değerinde "en yerinde" ifadesiyken, aynı sözler "kime ve niçin söylendiği"ne nazaran değeri değişse de, bir başkasında belki sadece "ağzıbozukluk" ve "terbiyesizlik" niteliği taşımaktaydı. Bir gün, Sultanahmet civarında gezdiği bir resim veya karikatür sergisinden bahsediyordu bize, dinleyiciler arasında ben de vardım anlaşılacağı üzere, Mütefekkir gördüğü "eser"(!)lerden bahsederken öyle bir yer geldi ki, o "eser"(!)leri tavsif edecek bir deyim bulması gerekti sözün akışı içinde, ama duraksadı bir ân. Ama benim tam da o ân "hatırıma gelen" kelime, belki "argo" ama bahse "cuk" oturan "DANDİK" kelimesiydi, tevafuka bakın ki, Mütefekkir de biraz duraksayıp uygun kelimeyi düşündükten sonra işte o kelimeyi kullanıverdi: "DANDİK"!.. Yani "gerekeni gerektiği yerde" söyledi, çünkü o durumda o "eser"(!)lere en yakışan tavsif buydu!.. Ama diğer türlüsü ise, O'nun nazarında yersiz ve gereksiz bir kabalıktı ki, bir gönüldaşımdan dinlediğim üzere şu hadise meseleyi vuzuha kavuşturacaktır: Kendisine bir yazı getiriyorlar, içinde "Çevik Bir" geçen bir bahis ve mahut şahsın ismi önünde de "Köpek" tabiri; yani laf olsun diye kondurulmuş "yersiz" bir kullanım; Mütefekkir'in ne yaptığı hemen tahmin edilse gerektir, mezkur "köpek" kelimesinin üzerini çiziyor!..
III. Mütefekkir, samimiyete o kadar âşıktı ki, sevdiği insanlar yanında "karizmam zedelenmesin" diye az önce vurguladığımız üzere suni edâlara asla başvurmaz, beşeriyeti itibariyle "olduğu gibi" konuşur, güler, kızar ve meramını ifade ederdi. Böylece, aslında, "kendisini olduğu gibi sevebilecek" insanlarla muhatab olmayı isterdi, yani eğer muhatabının kafasında O'nun "insanüstü" hususiyetleri olan "süpermen, ermiş, mehdi" olduğuna dair yaklaşım varsa ve bu yaklaşım "beşeri" samimiyeti ve sıcaklığı örseleyecek mikyasta "tuhaf" hürmet edâ ve yeltenişlerine yolaçma potansiyeli taşıyorsa, bunu HEMEN KIRMAYA çalışırdı. Diyelim ki karşısındaki "toy" kişi, O'nun önünde kendisini "tuhaf" biçimde küçültüyor, eski TGRT filmlerindeki hilkat garibesi derviş havaları gibi boynunu yana eğiyor ve şeyhinin huzuruna çıkmış mürid pozları takınıyorsa, ona hemen "beşeri" hususiyetlerini öne çıkarıcı tarzda "vurgulu" konuşur, böylesi münasebetsizliklerden hazzetmediğini belli eder, yakınlarına da böylesi tuhaflıkları KESİNLİKLE görmek istemediğini ve "toy" kişilerin uyarılmasını kat'i bir dille ifade ederdi. Kendisinin bir "FİKİR ADAMI" olduğunu vurgular, kendisine "şeyh" imişçesine yaklaşılmasından ziyadesiyle müteessir ve memnuniyetsiz olduğunu şübheye mahal bırakmayacak netlikte beyan ederdi. Hele O'na "Şeyhimiz, Mürşidimiz, Mehdimiz..." mealinde bir hitabda bulunun, tuhaf hürmet havaları ile kırılacak derecede incelin, "feci puan"ınız GARANTİLİ'dir ve kendisini ziyadesiyle üzmeyi ve sinirlendirmeyi başarmışsınız demektir!.. Duyanlar duymayanlara bu hususu çok iyi nakletsin ve belletsinler deriz, çünkü bu mevzuda işittiğimiz tenkid ve ihtarların haddi hesabı yok!.. Mütefekkir nazarında "derviş", bir köşede miskin, zahiren çok efendi ama çevresine tepeden bakıcı tekamül pozları takınan "bencil" değil, belki yine kendi köşesinde olsa da yıllar süren bir istikrarla ve kimse görüp duymasa, kimseden bir "aferin" almasa bile, DÜZENLİ OLARAK İÇTİMAİ VAZİFESİNİ YAPAN, İŞ VE ESERİNİN ÜZERİNE EĞİLEN KİŞİ idi!.. O'nun nazarında "davamızın dervişleri" işte sadece bunlardı!.. Yoksa, şu rüyayı görmüşsün, şu tesbihi çekmişsin, şu fevkalade hususlara müttali olmuşsun, bunlara pek değer atfetmezdi. Eğer "içtimai bir iş" üzerinde değilse o kişi, hemen hiç değer atfetmezdi. Şu idi bizim için koyduğu iş ölçüsü: "BİZE NE GELİRSE, İÇTİMAİ KAVGAMIZDAN GELECEK!"...
IV. Derviş edâları zımnında, aç tavuğun kendisini darı ambarında görmesi minvâlinde "nefsanî tekamül" yeltenişlerini şiddetle tenkid eder, kendi kafasınca bu yeltenişlerin cin tasallutuna ve hatta münafıklığa kadar varabileceği tehlikesine dikkat çekerdi. Parça parça söylediklerini "mealen" toparlamaya çalışırsak: "Kuduz nefs-i emmareyi iyi anlayın, o mürid olmak ister ama bu da onu kesmez mürşid olmak ister, nefsine bunu yakıştırır, bu da nefsi tatmin etmez peygamber olmak ister, o da yetmez sonunda Allah olmak ister!.. Çevresindekilerin yaptığı en temel işleri yapmadan ve en temel kitabları okumadan hemen dervişçiliğe yeltenip, güya tüm bu çevresindekileri de kestirmeden aşıp, üstün olmaya ve sınıf atlamaya bakma açıkgözlüğü!.."
V. Mütefekkir, henüz kitablarının gerektiği keyfiyette okunmadığını ve anlaşılamadığını ifade eder, "Hepsi morgda!.." derdi. Yapılanların ve yazılanların hakkını teslim eder ama varılması gerekene nisbetle bunların çok çok yetersiz ve başlangıç seviyesinde olduğunu belirtirdi. Velhasıl, dünya çapında ve çağlar ölçeğinde değerlendirilmesi gereken bu muazzam dava ve fikir, henüz "gereğince" anlaşılmayı ve bağlılarınca üretilmeyi bekliyor ki, çağının vasatını aşan her büyük fikrin kaderi de zaten bu değil mi; ne kadar üstünse o kadar geç anlaşılıyor ama o nisbette de tesiri KALICI bir nitelik arzediyor. O ânki (1999) pozisyonu bakımından kendisinin anlaşılamamasını şu örnek üzerinden anlatırdı, "mealen": "Bir zamanlar Fransız bir yazar, yazdığı kitabının başına hayat hikayesi zımnında şunun yazılmasını istemiş: «Doğum yılı şu, ölüm yılı bu, benimle ilgili anlatılan gerisinin de benimle alâkası yok!»; benim durumum da biraz o hesab!.." Kendisini, ne yazık ki gerektiğince temsil edemediğimizi söyleyen de Mütefekkir!..
VI. Mütefekkir nazarında "şahsiyet" olmak, başkalarıyla uğraşmaktan, çabasını çevresiyle didişmeye hasretmekten, her tür kulis ve dedikodu bağımlılığından (bunlar için "küçük insanların eğlencesi!" derdi) halas olup, kendi iç bütünlüğünü ve sükunetini bulmak, dikkatini yalnızca iş ve eserinin yetkinliğinde merkezileştirebilmek ve dostlarıyla olgun ve samimi bir münasebet kurabilmek mealinceydi.
VII. Kadın-erkek münasebetlerinde dikkatli olunmasını vurgular, İslam ahlakına sığmayan ölçü dışı yakınlaşma ve samimiyetlerin, "birlikte iş yapma"yla karıştırılmamasını ihtar ederdi. Gençlerin mümkün olduğunca çabuk evlenmesini, evlilerin de birbirleriyle "şartsız olarak" iyi geçinmesini ister, "Çocuğunuz varsa geçinememek gibi bir mazeretiniz yok!.. Çocuk, anne-babanın en güzel eseridir!.." derdi. Boşanmaya ne kadar karşıysa, boşanmayı davet edeceği aşikar olan yersiz, bencilce ve tehlikeli "ikinci evlilik" teşebbüslerini de o şiddette mahkum ederdi. Biraz sivrilenin ve cebi para görenin hemen yeltendiği büyük bir mesuliyetsizlik olarak değerlendirirdi bunu. Mutlak anlamda ve istikbalin şartları içerisinde kesinkes mahkum etmese bile, bugün için böyle birşeyin hoşgörülemeyeceğini apaçık tesbit ederdi. Kadınlardan da kitab okumalarını, tam olarak anlamasalar bile bunun izinin kalacağını, evlerinin entellektüel seviyesini yükseltmelerini, evlerinde böyle bir hava tütmesine bakmalarını, ayrıca "ahlâk" bahsine eğilmelerini isterdi.
VIII. Bir insanın hatasızlığından veya hatasızlık vehminden mütevellid burnu havadalığından ve kibrindense, bir hata işleyip de bir ömür onun mahcubiyetiyle mahzun dolaşan ve davranan insanın, nazarında daha makbul olduğunu belirtirdi.
IX. "Dışarıdan" okunmasını tavsiye ettiği kitablar zaten biliniyor olsa da, yeri gelmişken tekrardan hatırlatmak uygun olur kanaatindeyiz: Giovanni Papini'nin "Gog"u ("Batı kültür-sanatını baştanbaşa süzgeçten geçiren nefis bir eser" olduğu mealinde medhederdi) , Benedetto Croce'nin "Estetik"i (entellektüellerimiz ve hassaten sanatçılarımız için "başucu eseri" olarak görürdü), E. Brehier'in "İnsan İlimlerinin Bugünkü Konuları"nı (kendisinin bu eserden "hâlâ yararlandığını" söyleyerek zımnen tavsiye etti), E. Zola'nın "Eser" romanını ("Bir fikir bir arkadaş çevresinde nasıl mayalanıyor?" görmek ve sanatçının eser ihtirasını tanımak bakımından her gönüldaşa şiddetle tavsiye etmişti), Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza"sı ile Tolstoy'un "Diriliş" romanını bu çizgide sayabiliriz. Kendisinin, zamanında "fikir edinmek" için "klasik" romanlarla fazla meşgul olduğunu ve vakit kaybettiğini, bellibaşlılarının okunmasının yeteceğini belirtirdi. Her çıkan kitabın takib ve okunmasının entellektüeller için güçlük oluşturduğunu, ama "temel klasik fikir eserleri"nin tedkiki esasından kopulmaması gerektiğinin altını çizerdi. Okunması gereken kitabların ufkunda ise, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin şaheseri "Mektubât" vardı.
X. "İddiasız" ve "gayretsiz" bir miskinlikten hazzetmez, herşeyinizin kendisinde mihraklaştığı bir "ihtirasınız olsun!" der, bu meyanda, tarihteki fikir, sanat, aksiyon "divane"lerinden, iş ve eserinde fâni olanlardan örnekler verirdi. İş ve hassaten fikir-sanat bahsinde aramızda nezih bir "yarış olması gereği"nden, tekidle bahsederdi.
XI. "İbdacı" mefhumunu, bildik "İbda bağlısı" tabirinden ayrı bir yerde ve soylu keyfiyetiyle de değerlendirir, varolanı ölçü kabul etmeksizin ama "varılması gereken" hedefi de "yol alan" kadrolar için tayin bakımından, fikre nisbetle "dünya çapındaki" eserini örgüleştirecek hakikaten "İbdacı"ların çıkışını gözlerdi. Bu meyanda, "Hanefi" tabirinin, eskiden sadece belli bir ilmî yetkinliğe sahib seçkin idrak ve şahsiyetlerin sıfatı olduğunu, sonrasında taklidçi kalabalıklar için de merhamet ve maslahat bakımından kullanılageldiğini hatırlatır, "İbdacı" mefhumunun bu "aslî" hüviyetinin de bilinmesi gerektiğine işaret ederdi.
XII. Herkesin mizacına ve istidadına en uygun iş ve eser üzerinde "şahsiyet"ini billurlaştırması gerektiğine dikkat çeker, bu birbirini tamamlayan farklılık için "Allah kimseye kemâli tam vermemiştir!" der, başkası kadar yetkin olamayacağı işlerde başkasının rolünü ve üslubunu takınmayı doğru bulmazdı. Meselâ, efendi mizaçlı birinin, bir başkasına özenerek "sert adam" formatında konuşmasını ve yazmasını, nüktesini de yaparak tenkid eder; yine fikirle iştigal edenin, aksiyoncu ama fikirle onun kadar iştigal edememiş gönüldaşlarına "ağır adam" havalarında tepeden bakmasını affetmezdi. Aksiyoncunun kitab yüzü görmemişi ise onun nazarında "ibtidaî-ilkel"di. İş ve eserlerin değerini bu mikyasta birbiriyle altta veya üstte tarzında değerlendirmez, ister fikir isterse aksiyon çerçevesinde olsun, her işi içtimaî davaya "tesir" ve "katkı" gücüne nazaran kıymetlendirirdi.
XIII. "Bâtıl"ı güzelleştiren Batı karşısında, "Güzel"i çirkinleştiren İslâmcı geçinenlere buğzu müthişti. Bu meyânda İran ve İrancılar örneği, ibtidaîlik, ne yaptığını bilmezlik ve kabalık bakımından karakteristikti. İslâm'ın, sanki Şeriat gelince kişinin elinden tüm oyuncaklarını (içki, kumar, zina...) alacak sevimsiz bir hayat nizamı imişçesine empoze edildiğini ve bundan hoşnudsuzluğunu ifade eder, bu "hava"nın dağıtılması gereğinden bahseder, İslâm düşmanlarının bilhassa lanse ettiği ve kızıştırdığı üzere İslâm inkılâbının ilk işinin kadınları çarşaflara sokmak olacağına dair vehim yahut yaklaşımların kırılmasını isterdi. Bazı kritik ve itikada müteallik noktalarda tedricîliğe ve pratik çözümlere değer verirdi. Meselâ "kadın"dan örnek verir, bir İslâm toplumunda hayatın her safhasından "kadın" çekiliyormuş gibi telâkki edildiğini, oysa "kadın"ın, "hayatı boyunca erkeğin baş meselesi" olduğunu beyanla, mesela sinemada "kadın"a dair birtakım mahremiyetlerin sahnelenmesi gerektiğinde nasıl pratik film hilelerinden yararlanılabileceğini anlatırdı.
XIV. Başyücelik Devleti'nin ilk kuruluşunu, üç-beş senelik belli bir "geçiş süreci"ne istinad ettirir, bu zaman zarfında, isterse şu ânki düzen çerçevesinde yeralsın, kendisiyle çalışılabilecek "ehliyetli" kadrolardan insanlarla da iş yapabileceğini, adam seçiminde ahbabçavuşluğa değil, "liyakat"e değer vereceğini belirtirdi. Kısacası, devlet kadrolarının başına ehliyetsiz de olsalar "bizim adamlar"ın değil, "layık adamlar"ın geçeceğini vurgular, her İBDA bağlısına düşenin, işinde "ehil" olmaya bakması ve bunun için vaktini etkin ve tasarruflu kullanıp tekamülüne hasretmesi olduğunu konuşmaları boyunca çerçevelerdi. Bu noktada boş tesellilerle yetinilmemesi ve sonra hüsrana uğranılmaması için, "Dönün de çevrenize bir bakın, insanlar neler yapıyor!" ihtarını yapardı... Üstad'ın "İdeolocya Örgüsü"nde yazılanların, "aynen" uygulanacak statik bir "şablon" olmayacağını, ama bu ruh ve temel çerçeveye sadakatle, bir deyişle "gerekenin gerektiği yerde", gerektiği tarzda ve gerektiği kadarıyla, bir bakıma şartların ve eldeki malzemenin niteliği, kalitesi ve müsaadesince ve süreç içinde yetkinleştirilerek yapılacağını sezdik, şahsen işittiklerimiz ve başka gönüldaşlara anlattıklarından. Elbette bu noktada malumatımız son haddiyle zayıf ve yetersiz, bilhassa hatırlatmak ve uyarmak isteriz.
XV. "İman"la "nefsî ve dünyevî" olanı ayırır, ikincisine "köfte" derdi ve insanların çelişkisini "iman" ve "köfte" olarak misâllendirir, çoğunun "köfte" olmaksızın ve kokusu gelmeksizin bir bakıma adım atmadığını hissettirirdi. "Köfte" zımnında şu ikincileri sıralar; "iman" ve "makam", "iman" ve "kadın", "iman" ve "para" gibi örnekleri verdikten sonra, "iman"ın her kavşakta "seçilmesi gereken" olduğunu ifade ederdi. Bir inkılâbdan sonra da, Fatih ve Ulubatlı Hasan'ın İstanbul'a girmelerinden, hisarları savaşarak aşıp burca bayrak dikmelerinden sonra, açılan gediklerden şehre yağmacı ve çapulcuların da gireceğini zikreder, bu "köfteci"lerin hücumundan inkılâbı koruma gereğini hissettirici babda, zımnen, "Öyle inkılâbı çıkarcı ve yağmacılara terketmek ve bir köşeye çekilmek yok!" derdi, "hâl diliyle"...
XVI. Mütefekkir'e zarafette yaklaşılamayacağını daha önce ifade etmiştik, ya cesaret ve soğukkanlılıkta? Elbette cevab bildiğiniz ve tahmin ettiğiniz gibi!.. Sadece bir misal kâfi: 25 Ocak 2000'de, Metris'te kaldığımız koğuş binlerce jandarma ve özel harekâtçı ile kuşatılmış, atılan gaz bombalarının sayısı yüzlerceyi geçmiş, sıkılan kurşunların haddi hesabı yok, bu arada yaralanan gönüldaşlar falan derken tam bir mahşer manzarası, kimyasal gazlardan ve barut kokusundan ne nefes almak ne ortalığı kaplayan dumandan dolayı çevreyi doğru dürüst görmek ne de her an sıkılan kurşunlardan dolayı başını kaldırmak mümkün, baskın on saattir üstelik artan bir şiddette sürmektedir ve artık sona yaklaşılmıştır ama bu arada ve bu süreçte tek bir ân bile cesaretini ve metanetini kaybetmeyen elbette ilk ve belki tek isim Mütefekkir'dir. İşte o dakika itibariyle yaptığı: Yavaşça ve olanca rahatlığıyla portakal soyuyor ve çevresindeki gönüldaşlarımıza dağıtıyor!.. "Toparlanın Gitmiyoruz!" minvalinde sahte ve ucuz kahramanlık numaraları sergileyip, hemen sonra gemiyi ilk terkeden fare keyfiyetli tiplerin "adam" ve "lider" addedildiği bir vasatta, Mütefekkir'in BİLFİİL HAYATININ HER SAFHASINI KUŞATAN SARSILMAZ şecaatinden ve kahramanlığından bahisler açmaya ne gerek!.. "TEK ADAM"; gerisi fazladan!.. Ve Mütefekkir'in benzersiz şecaat ve sükunetiyle içiçe, çevresindekileri de nasıl teskin ettiğine dair şahsî bir hatıramı bilvesile nakletmek isterim: Sözkonusu operasyonun bir safhasında artık kendimi koyvermiş ve ne olacaksa olsun diye, o gazlardan etkilenip şoka girmemizi engelleyen en tesirli yol olarak keşfettiğimiz "battaniye"lerden birinin altına kendimi atmıştım. Kendimi attığım bu yerin neresi olduğu da pek umurumda değildi doğrusu o ân, meğer kendimi tavanda askerlerin açtığı ve oradan hem gaz bombası attıkları hem de kurşun sıktıkları bir deliğin tam altına atmışım! Mütefekkir'in "Siz battaniyelerin altındakiler, çevrenize bir bakın!.." demesinden sonra, sürüne sürüne, bir duvar dibine dizilen diğer gönüldaşların yanına ulaşabildim. Ancak bu duvar dibi çok kalabalık olduğundan tam olarak oraya giremedim, vücudumun üst kısmı olmasa da ayaklarımın olduğu kısım meydanda ve açık hedefti. Hemen yanımdaysa tevafukan Mütefekkir vardı. Derken, olacak olan oldu ve demin tam altında olduğum delikten sıkılan bir kurşun, açıkta olan bacaklarımı baldır ve diz altı kısımlarından delip geçti. Bir karış daha yukarısı olsaydı, kurşun Mütefekkir'in bacaklarına isabet edebilirdi ki, hamdolsun Allah korudu! O ân, şiddetli olmasa da garib bir ağrı ve galiba bir sıcaklık hissettim ama en fenâsı kalbim deli gibi atmaya başlamıştı, yanımda bulunan Mütefekkir'in bacaklarına gayri ihtiyari sarıldım ve "Kumandanım!" deyiverdim. Yavaşça sırtımı sıvazladı Mütefekkir ve o ândan sonra bir daha ne eski korkum kaldı ne de kalbim eski çarpıntısına avdet etti, tarifsiz bir sükunet... Hatta, kanamamın çok ağır olduğunu farkettikten sonra bile, "acaba ölmem mi gerekir yoksa çıkıp tedavi olmam mı?" diye, sanki teorik bir problemi düşünüyormuşum gibi bir soğukkanlılıkla mütalaa edebildiğimi farkettim, elbette "şahsen" bu kadar cesur değildim ve bunu YALNIZCA Mütefekkir'in sirayet ettirdiği sükunete borçluydum... Bir de "lider" geçinip de, bırakın cesareti, ancak korkusunu arkasındakilere sirayet ettiren, içi boş balkabaklarını düşünün!.. Ee, rağbet onlara bu devirde, "köfte"nin kokusu o yandan geliyor da ondan!.. Kahramanlık "pahalı" bir nesne ve "pahalı" bir şahsiyet kumaşı gerektiriyor!.. Bu da önlü arkalı balkabaklarına hitab etmiyor!.. Hele bir "Yağma var!" diye bağırın, yeminle söylemek gerekir herhalde, ayakları altında kalırsınız hücum eden güruhun!..
XVII. Son olarak, forumumuzun "Hikmet ve Felsefe" bölümüne daha önce yapıştırdığım ancak bu bahislerle de ilgisi yönünden buraya da almak istediğim bir değerlendirmeyle veda ediyor, herkese sıhhat, selamet ve muvaffakiyetler diliyorum.

"BURÇLAR" VEYA DOĞUŞTAN GETİRDİĞİN "YASA"

Selâm ile,
Değerli gönüldaşım Abdullah Kuloğlu'nun "Kadın bir astrologtan ilginç bir uyarı!.." başlıklı değerlendirmesini okuyunca kaç zamandır düşündüğüm ve beni giderek artan bir şaşkınlığa düçar eden bir vakıa tedai etti yine: "Burçlar", yahut daha yerinde bir ifadeyle kişinin doğuşunda kendisiyle birlikte getirdiği "mizaç" potansiyeli, istidad yekûnu, veyahut hangi kelime doğruysa işte o!.. İnkarı mümkün olmayan hakikat, Allah'ın herkese başka başka istidadlar verdiği, başka başka huylarla insanı mücehhez kıldığı... Kaldı ki, bazı insanların "iyi ahlak"ı, aslında bakılınca onların doğuştan getirdikleri potansiyelle uyumludur ve bu "vehbî" yön İslâm ahlakına dair kitablarda mündemictir. Külliyattan da hatırladığımız üzere, bazı iyi huylar vardır ki doğuştandır, bazıları da vardır ki "kesbî"dir, sonradan kazanılırlar, nefsle mücahede ve nefsi tezkiye seyrinde bünyeleştirilirler.
"Necib Fazıl'la Başbaşa"da Mütefekkir SM, ideolocyanın "mizaç ölçüsü" olduğuna da işaret eder ki, türlü türlü mizaçların kendi potansiyellerine uygun verim ve davranış imkanlarına "ölçü verici" hususiyeti belirmektedir burada "ideolocya"nın bizce, eğer yanlış anlamamışsak. Yine Mütefekkir'in söylediği şu değil miydi: "Allah kimseye kemâli tam vermemiştir!"; birinde şu yön baskın ve mümtazdır, diğerinde öbürü, işte bunlar tamamlar birbirlerini ve içtimai muvazene bütün bir plana kavuşur.
“Burçlar” derken buraya gelip kıvrıldık, yine oraya dönelim en iyisi. Kaç zamandır kafamızı meşgul eden hadise demiştik ya, buna da aslında bir tesadüf veya tevafuk sebeb oldu. Gittiğimiz bir internet cafede başına oturduğumuz bilgisayarın "giriş sayfası" bir astroloji sitesiydi: http://www.astroloji.org Merak bu ya, oturduk hem kendimizinkini, hem eş dostumuzunkileri inceledik. Ve doğrusu şaşkınlıktan ağzımız açık kaldı. Kendimizdeki iyi gibi huyların aslında bizde doğuştan gelen potansiyelle, istidadla alâkasını hiç şübheye mahal bırakmayacak derecede müşahede ederken, bizdeki kötü olarak nitelendirilebilecek davranış tarzlarının da yine bu çerçevede bir istidadın davet ettikleri oldukları apaçık ortadaydı. Sadece bizimkiler mi, çevremizdekilerin de öyle!.. Birisi çok mu efendi ve insanlarla iyi ilişkiler içinde, burcundan gelen bir karakteristikten dolayı, öteki biraz haşin ve atılgan mı, onunki de öyle, ve daha neler neler... Öylesine şaşırdık ki, neredeyse artık kimseye kızmaya mecal bulamadık, aslında herkes fıtratından gelene tâbi olmak ve onu "şu veya bu istikamette" kanalize etmekten başka birşey yapmıyormuş meğer. İşte onun seçtiği "şu veya bu istikamet" de, onun "kul" olarak "seçim" mesuliyeti... Şöyle şöyle bir istidadı olan adam, onu şu yolda da kullanabilir bu yolda da, onu şu derecede de yetkinleştirebilir bu derecede de! Onun mesuliyeti dairesinde!...
Sonunda Goethe'nin “Doğu-Batı Divanı”nda manzum olarak ifade ettiği hikmet kafamıza daha bir çakılmış oldu: "Doğuşunda kendinle beraber getirdiğin yasaya uyacaksın!"...
Hani dedik ya, insan böylesi "istidad" yahut "mizaç" hususiyetlerini okuyunca kimseye pek kizamiyor diye, hatta kendisine bile, bu çerçevede bizce çok çok önemli bir bahsi hatırlamanın tam yeri. O bahis ne mi; "Kendinden Zuhur"... Ki, Mutefekkir SM'nin, zatımızı "İbda Diyalektiği"ni okurken gördüğü bir gün, "KENDİNDEN ZUHUR bölümünü iyi oku!" demesinin de sevkiyle size bu bölümden bir pasaj nakledelim:
« Allah Said'ler hakkında, "Rab'ları onlara Rahmet ve Rıdvanı ile müjde verir" buyurdu... Şakî'ler hakkında da, "Ey sevgili Resûlüm, sen onları elemli azap ile müjdele" dedi... Bu hâle göre her zümrenin çehresinde, onların nefislerinde bu sözlerle beliren şey tesirini gösterdi; onlar üzerinde ancak bâtınlarındaki kavramlardan nefislerinde yerleşmiş olan şeyin hükmü âşikâr oldu ve neticede istidatlarının gerektirdiği hâlden başka bir şey tesir etmedi, "tekvin - var oluş" da kendinden oldu... Ve geldik, felâh ve salâh yolunda İbda mimarisini inşâ ederken, İslâm tasavvufu ve Batı tefekkürü kanatları arasında ikinciyi birincinin önünde hesaba çeken ve hakikatleri aslına irca eden anlayışımızın bahis mevzuu içindeki yerine:
-"Her kim kendinden oluş hikmetini anlar ve bunu kendi nefsinde tatbik ile tekvin sırrını kendinde görürse, başkalarıyla ilgilenmekten nefsinde rahat bulur ve nefse gelen hayır ve şerrin yine kendinden geldiğini bilir. Burada hayırdan maksadım kulun tabiat ve mizacına ve isteğine uygun olan şeyler, şerden kasdım da onun hoşuna gitmeyen ve mizacına aykırı düşen reydir. İşte bu görüşe eren kimse bütün varlıkların mazeretlerini takdir eder ve her ne kadar onlar tarafından bir özür beyân edilmemiş olsa bile bunu kendisi anlar ve bilir ki nefsinde zuhûra gelen her şey yine kendisinden oldu. Nitekim bu hakikat, "ilim malûma tâbidir" düsturuyla ifâde edilmiştir." » (SM; İBDA Diyalektiği, www.akademyayadogru.org sitesinden)
İnsan, belli bir yaşa gelince, aslında o zamana dek kimlerle ne kadar boşuboşuna didiştiğini farkediyor ki, mesele de sadece bu kadar belki, insanlarla anlayışlarına ve istidadlarına muvafık olarak konuşma lüzumu... Bunun bir de çocuğu ve ihtiyarı, kadını ve erkeği, köylüsü ve kentlisi var üstelik... Herkes fıtratının sevkettiği yolda mesafe alıyor, bize de bunu ya anlayışla ya anlayışsızlıkla karşılamak kalıyor... "İnsan münasebetleri" deniyor ya hep, işin aslı bence, herkesi kendi fıtratınca verimlendirip yetkinleştimeye odaklanmak ve kişide fıtraten olmayanlarla boşuna uğraşmamaya bakmaktır ki, işte akıllılık ve insanlarla "sağlıklı" münasebet de bu olsa gerektir!.. Sizce de öyle değil mi?..
Ölümlü dünya ah, meşhur sözdeki gibi: "Genç düşünebilse, ihtiyar yapabilse!.."
Allahın selâmı çalışan ve üretenlerin üzerine olsun!..
Selâmetle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder