TAKDİM
Bir büyük İslâm İnkılâbı, şübhesiz ki sadece mevcud rejimin yapısını değiştirmekten ibaret değildir. Hangi dünyada yaşadığını en derin katmanlarına kadar inceden inceye hesaba çekmek ve düşmanının maddî-manevî işgâline karşı hangi noktalarda hücuma geçeceğini de şuurlaştırmak dâvâsıdır aynı zamanda. 1999 Büyük İslâm İnkılâbı da, el yordamıyla gerçekleştirilen basit bir rejim değişikliği hâdisesinin ismi olmayıp; İBDA'nın öncülüğü ve Fikriyatının rehberliğinde, işgâlin her türüne açılmış bir isyan bayrağı ve bu isyanın neticesi olarak YENİDEN tesis edilecek Büyük İslâm Medeniyeti'nin devletleşmiş milâdı olacaktır. Fikriyatımızda eserler, bahisler ve detaylar boyunca muhteşem bir fikir mimarîsine mevzu olan bu azîm meselenin muhtelif vechelerini, İBDA Mimarı'nın yıllar önce verdiği, fakat bugün gibi taze bir konferansından göstermek istedik size. Burada okuyacaklarınızı bir "başlangıç" sayıp, devamını Külliyattan takib, herhâlde en doğru ve verimli bir usûl olacaktır. Ve yine; "işkence"nin fizikî olanından daha vahim olarak, ruhumuza revâ görülen işkenceyi; "Filistin" vesilesiyle, dünya milletlerine, hassaten İslâm Âlemine geçirilen maddî-manevî boyunduruğu da ürpererek farkedeceksiniz. Aktüel gelişmelerle gündemde olması bakımından, Birleşmiş Milletler "Domuzlar Diktatoryası"yla NATO "Emperyalist İşgâl Gücü"nün fonksiyonunun perde gerisini ve biz işgâl altında yaşatılan müslümanlara düşen vazifeyi de, her zaman olduğu gibi, İBDA'dan başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz bu teşhis, tesbit ve tahlillerden süzebileceksiniz. Ne mutlu bize ki, bu uğursuz işgâl zincirinin, en canalıcı noktasından ve İBDA liderliğindeki Anadolu Kurtuluş Ordusu tarafından tamamen kopartılacağı kutlu bir çağ dönümünde yaşıyor; yüzyıllar sonra İslâm tarihinin bu en destanlık hamlesine bizzat şâhidlik ediyoruz. Metnini arzedeceğimiz konferans, İBDA erlerine, 1988 yılında İstanbul'daki KİP Salonu'nda, slayt görüntüleri eşliğinde verilmiştir.
AKADEMYA
Karşımda, büyük İslâm inkılâbını gerçekleştirecek ve topyekűn insanlığa yaşanmaya değer hayatın ne olduğunu gösterecek sahici insan soyunun öncü kolunu görüyorum... Ve Ankara’daki arkadaşlara da söylediğim gibi, her birinizi İslâm’a muhatab anlayış davasının ulvî aşısını taşıyanlara hasredilmesi gereken bir aşkla selâmlıyorum!..
Sizi böyle selâmlıyorum ya, sakın bir mübalâğa üslubu içinde sizi pohpohlayıp peşinen takdirinizi devşirmeye çalıştığımı sanmayın; tam tersi, söyleyeceğim şeylerle belki canınızı yakacağım! Ve geniş bir zaman içinde netice şuraya varacak: Ben yanılmışsam, ben değil, kendisinde bu ümidi vehmettiren utansın! Şimdi soruyorum ve hep bir ağızdan cevap bekliyorum: Beni utandırmayacaksınız değil mi?..
Burada bulunan topluluğu kastederek belirttiğim tipi çizgiye dökünce, resimde de görüldüğü gibi(*) dörtbir yanı kolaçan eden gerçek bir genç tipi çıkıyor ortaya:
“Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına,
Soruverse: Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
Demek oluyor ki, sizde işaretlediğim hususiyet, “olunması gereken” şahsiyet tipi, kâinat çapında bir ağırlığı omuzlarınıza yıkıyor... İnsan bazen olanı değil, olmasını arzu ettiğini söyler ya; her biriniz tek tek, ölçülendirdiğim hususiyete göre nesiniz, kendinizi nisbet ediniz... Allah ve Resűlü aşkıyla, Hazret-i Ebubekir’in “ağlayan ağlasın, ağlayamayan da ağlar gibi dursun!” hikmeti çerçevesinde, bu yükün altına kahramanca girmek lâzım... Ağlar gibi durmak; riyâ ve taklit üslûbu değil, niyet ve kasıt... Evvelâ bunu şuurlaştıralım... Evvelâ hâlisle sahteyi, doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini birbirinden ayırıcı olmak gereğini şuurlaştıralım.
Böyle bir şuurun oluştuğu yerde, her meselede, her yerde asıl ile taklit, mümin gözlere görünür... Üstadım’ın bir sözünü hatırlıyorum, der ki, “adamın bir hâli vardır ki, bellidir; iş gelir gelir, taklit imkânı olmayan bir yere varır!”... Sahici muhasebe mevzuunda beni, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesini gerçekleştirmek bakımından numune kabul edebilirsiniz... Aşina olduğunuz bir söz ama... Nasıl ki, şer’i hükümleri bilmek itikadın aynı değil ise, belirtilmiş bir hakikate yaklaşırken, hakikatin, onu muhasebe ve muhakeme eden namına görünen yanı var... Biraz sonra yeri gelecek: Dipsiz kiler boş ambar kuru kuru övünme değil, hakikate yaklaşma tavrını işaretlerken, kendindeki kıymeti büyüğünden göstermenin büyüklüğünü belirtme durumundayım... “O, onu dedi, bu bunu dedi” gibi mahalle dedikodusu değil, “delâil-i hâl”; hâl delilleri, hâlin delil olması.
Mevzuumuzun terkibî noktasını da böylece göstermiş oluyoruz; delâil-i hâl... Aranızdaki hukukçuların dikkatini çekiyorum, İslâm hukukunda mühim bir meseledir... İşkence ve Filistin meselesi üzerinde dururken, tabiî olarak işin bir yönü hukukî... Delâil-i hâl davası anlaşıldıysa, bedahet davası da anlaşılıyor demektir; bu da, bu konuşmada takib edeceğimiz usûl...
Bugünkü genç adamın çekmesi gereken ıstırabı, –davasını eşya ve hadiselere nakşetme ıstırabını yaşayan için söylüyorum–, bir bedahet hâlinde şu resme tercüme ettirebiliriz; bir yanda âlet, bir yanda düşünce... Bu iki uç arasında, iki yoldan Allah ve Resûlü davasında can verme liyakâtine erecek... Bir yandan topyekûn dünya irfan yemişine el atmanın çetinliğini yaşayacak ve arayacak, diğer yandan gücünü (eylem için gerekli şartları) temin edecek. Bunun temel ilke alınmasını kabul ettikten sonra, mizaç hususiyetlerine nisbetle sayısız işbölümü... Hemen söyleyeyim: Bu mevzuda dünyada size gösterilebilecek ve idealize edilecek hiçbir örnek yoktur!..
Fikir ve âlet arasındaki münasebet sırrını, yâni âleti fikre tâbî etme sırrını doğrudan doğruya kendi oluşunuza tatbik ederseniz, “bağlılıkta kendini ortaya koymak” gibi bir durumda olduğunuzu anlarsınız... Bizde bugüne kadar olan, ya evvelkini iptâl veya sahte tedâîlerle münasebet kurmadır; oysa iş nisbette... Çok ince bir dava: Semersiz eşeğin başıboş dolaşması veya koyun sürüsü topluluğu yerine, şahsiyetler topluluğu... Zaten İslâm, çerçevelediği ölçülerle insana, bağlılıkta kendini ortaya koymanın hudutsuz yolunu açan rejim. Hayatta iş işe, adam adama, mesele meseleye bağlı... Bunun iç yüzü var, dış yüzü var, içtimâî mânâsı, siyasî mânâsı var.
Size bunları söylerken, içime bir tatsızlık hissi çöküyor... Niçin?.. Söyleyeyim: Bizde büyük meseleler, eski eşya deposundaki sandıkta kilitli kalmış... Toplumumuzda bir düşünce geleneği yok... Bu yüzden de dışın dış yüzünden fikirler ve günübirlik lâflar, arz ve talep piyasasını oluşturuyor. Bir hayatı kahramanca yaşamak, sonra dönüp bir de kahramanca yaşamanın ne olduğunu bu piyasaya anlatmaya kalkmak, ne acı, ne acıklı, ne gülünç bir hâl!.. Üstadım bir “Noktalama”sında şöyle diyor:
— “Bu ne hâzin mesafe iki ten arasında, / Bir hâli anlatanla dinleyen arasında.”
Böyle bir vasatta olan şu, Üstadım’ın “ey genç adam neredeysen gel!” çığlığından misâl vereyim; öbürü dönüyor, “ey genç adam neredeysen gel!”, sonra öbürü, sonra öbürü, bir tekerlemedir gidiyor... Şimdi benim “kalk!” diye hitabettiğim adam, papağan gibi “kalk!” diyor, sonra onun arkasındaki... Ben “kalk!” dediğime göre, kalk; kalkamıyorsan, niye kalkamadığının izâhını yap, kalkabilmenin şartlarını temine çalış... Sizin nesliniz kendini ifâde etmek mecburiyetinde; her neslin bir ifâde şekli var... İşte GÖLGE, muazzam bir örnek... O militan tavır arkasından, bugüne kadar bir sürü palavradan kopyacı. Size çok güzel bir misâl: Meşhur Charlie Chaplin, birgün bir dostunun yanında arya söylüyor... Dostu diyor ki, “ben senin az çok keman çaldığını, piyano tıngırdattığını biliyorum; ama böyle güzel arya söylediğini bilmiyordum; nasıl yapıyorsun bu işi?”... Charlie Chaplin (Şarlo), cevap veriyor:
— “Çok kolay, bir büyük sanatkârı taklit ediyorum!”
İşte “taklit” ile, asıl ve şahsiyetin soyluluk farkı!.. İçime çöken tatsızlık hissinin sebebini anlatabildim mi?.. Anlatamadıysam, başından aşağı bir kova fikir suyu döküp de saçının tek telini ıslanmamış gördüğüm adamdaki tersine harikada benim suçum yok!..
Kaba mânâsıyla “işkence”, biliyorsunuz ki fizikî acı verme... Sırasında ruhî acı daha fena... Size canınızı acıtabileceğimi söylemiştim; ama bizimki, operatör neşteri ile katil bıçağı arasındaki farkı yaşatır bir yerde, şifâ dağıtır operatör neşteri... Nefs ağlarken ruh güler, ten ağlarken ruh güler; ruhun kurtuluşu için, nefs nuhasebesi, bunun işkencesi!..
“Arya” derken, iş müzik bahsine geldi... Konuşmamdan önce dinlediğiniz “pan fülüt”, yeri gelince vesile kılınarak mesele konuşulacak bir niyete dayalı tertib idi... Üstadım, bir velîden naklettiği sözle, “zifirî karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik” ifâdesini kullanıyor... Şimdi özellikle hukukçular dikkat etsin... Tolstoy’un “Kroyçer Sonat” isimli romanındaki bir kahraman şöyle diyor:
— “Nasıl ki bir adamı hipnotize ederek ona cinayet işletmek suç ise, kötü müziğe müsaade etmek niçin suç değil?”
İnsana belirsiz bir şekilde tesir edişinden müziğin... Büyük Doğu nizâmında radyo ve televizyondan Kur’ân’a aykırı tek nefes çıkamayacağına göre, güzeli çirkinden tefrik edici estetik idrakından ne haber?.. Ölçüyü biliyorsunuz: “Allah güzeldir, güzeli sever!”... Ama kaba ve ahmak, bunu şuurlaştıracağı yerde, işin iptaline gider ve “İslâm’da müzik yoktur!” der, kestirir atar... İşte şimdi buna benzer bayılacağınız bir kaba mantık örneği vereyim:
— “Bu köpek bir babadır... Bu köpek o adamındır... Öyleyse bu köpek o adamın babasıdır!”
Bu, dışyüz mantığının saçmalamasına bir misâldir... Kaba saba hüküm kesmeler ve ahmakların beslendiği yer bu noktalardır!..
Konferansın buraya kadar olan kısmını, size, kasden kâğıttan okudum... Çünkü en büyük zaafımız başlamak ve sonunu nasıl getireceğini bilememek... Baştan belirli bir plâna bağladığımı göstermek ve mazerete sığınmamak için... Size olan saygımı, mühimsediğimi göstermek için yazdım. İrticalen yapılan konuşmanın kıymeti ayrı; bir samimi havası var... Şimdi rahatça, çıkacak görüntüye nisbetle konuşabiliriz... Ancak şuna dikkatinizi çekeyim: Konuşmada parlak ifâdeden çok fikre dikkat ediniz...
Şimdi işkence davasına girebiliriz... Bizim tatbik ettiğimiz işkence, doğrudan doğruya “nefs ağlarken, ruh güler; ten ağlarken ruh güler” hikmeti içinde... Biz sizi bir yükün altına sokmaya çalışıyoruz, sizi acıtmaya çalışıyoruz; ruh kurtulsun, ruh gülsün diye... Bunun muhasebesi, muhakemesi gerçekleşsin diye.
İşkence... Kaba mânâsıyla işkence, herkesin bildiği gibi –tarifte hamaratlığa lüzum yok–, fizikî acı tatbikidir; bu fizikî acının dışında, sırasında ondan daha acı olan ruhî acı olabilir, şudur, budur... Bunu hukukî bahis olarak mahsus aldım. Biraz sonra Filistin mevzuuna girilince görüleceği gibi, işin hukuku ilgilendiren, Milletlerarası Hukuk’u ilgilendiren bir takım yönleri var. Konuşmamın başından beri geldiğim hususlar ise, bahisleri değerlendirebilmek için gerekli olan unsurlar idi, sizi tekrar ikaz ediyorum.
“Millet emrinde meclis, meclis emrinde hükümet, hükümet emrinde icra”... Bir devletin tabiî mantığı budur. “Tersine devlet ehramı” tesbitini hatırlıyorsunuz; Üstadım’ın belirttiği “tersine devlet ehramı”... Şöyle oluyor: İcra, âdeta icraya tâbî hükümet, hükümete tâbî meclis –sürü!– ve meclise tâbî millet... Bu çerçeve içinde baktığınız zaman, işkence davasında gayet gülünç neticeler ortaya çıkıyor. “Tersine devlet ehramı” tesbiti ile bakarsanız, icra, icranın keyfiliği, kendi üst makamına, kendi üst makamının bağlandığı yere, hükümete, meclise ve millete dolaylı yoldan tahakkümü ifâdelendirir. Bu mânâda da bizde garib birşey var; işkence iddialarından bahsedildiği yerde, işkencenin olmadığını hükümet mensubları söylüyor!.. Adam, işkencecinin kendi tepesine binmiş olduğunun farkında değil mânâ olarak!.. İzâh edebiliyor muyum? Burada hukukçuların özellikle bu matraklığa dikkatlerini toplamak istiyorum; işkencenin olup olmadığının müdafaasını yapmaktan ziyade, o vak’anın hukukî mânâda kendi tepesine binmek olduğunu anlayacak... Tersine devlet ehramı... Anlatabildim mi?.. Ve ortaya şöyle bir mesele çıkıyor: Eğer ben, “şu, şu, şu fiilleri gerçekleştiren adama, şu şekilde bir işkence tatbik edilebilir” diyen bir kanun maddesine göre hareket etsem, böyle bir kanun maddesi olduğu takdirde, yapılan işkence –dikkat edin, mesele konuşuyoruz–, hukuka uygundur... Burada ortaya bir matraklık çıkıyor; adam bir taraftan işkenceye karşı olduğunu söylüyor, –işkence hem yasak–, diğer taraftan da işkence davasının üstüne gitmiyor. Biraz önce, usûlümüzün bedahetlerle olduğunu söyledim... Şimdi hemen soruyorum size:
— “Türkiye’de işkence var mı, yok mu?”
Hemen cevab verin!.. (“Var, var!” sesleri)... Bu apaçık bir şekilde herkesin bildiği birşey... Ve adam utanmadan diyor ki:
— “Eğer işkence gören varsa isbat etsin!”
İsbatlılar bir yana, biz de şöyle diyelim onlara:
— “İsbat edilemez işkence nasıl yapılırmış, gel ben sana göstereyim!”
Burada bir namussuzluk çıkıyor ortaya: Adam balkona oturduktan sonra, aşağıdaki insanları bir obje, bir eşya gibi görüyor... Onun için aşağıdaki insanların bir kedi-köpek ölüsünden farkı yok!.. Adeta Roma’daki gladyatörlerin arenadaki boğuşmalarını kuruldukları koltuklardan seyreden adamlar gibi!.. Anlatabiliyor muyum?..
İşkence mevzuunda verdiğim bu inceliğe dikkat ediyorsanız, –ne kadar açık konuşuyorum–, eğer kanun maddesinde “işkence yapılır” derse, hiç kimse “işkence hukuka aykırıdır!” filân diyemez, hukuka uygundur... O zaman mesele şuraya varır: Acaba bu hukuk iyi bir hukuk mudur?.. Mevzuların nereye kıvrıldığına dikkat ediyor musunuz?.. “Acaba bu hukuk iyi bir hukuk mudur?”... Bunu sorunca şöyle bir tesbit çıkıyor karşımıza: Hukukla-vakıa, metinle-ruh, mevzuatla-tatbikat arasındaki fark, bugün bütün dünyada genişlemektedir... Dünyada birçok anayasa tamamen göstermeliktir; ve tarif ettikleri rejimin, memlekette olanla hiçbir alâkası yoktur, anayasa adeta mevcut rejimi gizleyen bir paravanadır... Burada da dava şuraya geliyor; bugün dünyanın hiçbir yerinde anayasalar vakıaya uygun değil... Bunun sebebi de nihayetinde, –mantığını yürüttüğümüz zaman–, “Mutlak Fikrin Gerekliliği” davasına çıkar... İzâh edebiliyor muyum?.. El yordamıyla hukuk olmaz!.. Bir zamanlar belirttikleri gibi, Roma Hukuku materyalist dünya görüşüne hizmet eder; bundan dolayı Almanlar, Almanlara has bir genel hukuk geliştirilmesini istemişlerdir... Bugün dünyadaki hukuksuzluk, hukukun tabiî yapısı içinde mevcut; bunu haber vereyim! Bunun tabiî izâhı şudur: İşi nihayetine yürüttüğünüz zaman görülecektir ki, ahlâk oluşmuyor... Hukuk ahlâkın pıhtılaştırılması ise, müeyyidelere bağlanması hadisesi ise, ahlâk oluşmuyor; ahlâkın oluşmadığı yerde, hukukun oluşmaması gayet tabiî birşey... Ahlâkın oluşmaması da, insanların, eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrını temsil edici hâkimiyetlerini yitirmiş olmasıdır... Netice, “Mutlak Fikrin Gerekliliği” davasına gider dayanır. Biz, işkenceye karşı olma naraları atanlara da burada hitab etme durumundayız: Bugün işkenceye karşı çıkarken eğer bunun hukuka aykırı olduğundan dolayı karşı çıkıyorsanız, haber verelim ki, biz doğrudan doğruya mevcut hukuka karşıyız... Bütün mevcut hukuklara!.. Biz “hangi hukuk?” sorusunun da cevabını bilenleriz!.. Öyle değil mi?.. Siz de bu düşünceye mensupsunuz zaten.
“Bedahetlerle konuşuyoruz” dedim... Notlarımı şöyle bir karıştırıyorum, size birtakım hatırlatmalar yapıyorum ki aradaki münasebetleri kurabilesiniz diye... “İslâm’a muhatab anlayış” davasının üzerinde durdum ve sizi böyle bir yükün altına davet ettim; hatırlıyorsunuz... Nefs muhasebesine davet ettim... Taklitçi olmamaya, fert olarak ve nesil olarak hâlinizin ifâdecisi olmaya davet ettim... Aksiyona davet ediyorum sizi... Bunlar işin yürümesi için şart olan bedihî hakikatler... Delâil-i hâl davasından tedaîlerle buraya kadar geldik.
İrticalen konuşacağımı söylemiştim... Çıkan görüntüye-resme nisbetle... İşte size şöyle bir tip çizdiler; sizin şöyle bir insan olmanız için ellerinden gelen herşeyi yaptılar, yapıyorlar... Biraz sonra bu görüntünün Filistin davasıyla olan alâkasını göreceksiniz. Filistin davası karşısında duyduğunuz teessürün geçici olmaması için, bir takım hâdiseleri hatırlatma zaruretini hissediyorum... Evet, bir “şen sıpa” tipi görüyorsunuz...
Genç hukukçulara bir hususu ikaz ediyorum: Her ne kadar Milletler Hukuku diye bir hukuktan bahsediyorlarsa da, böyle bir hukuk yoktur... Bunun üzerine gitsinler... Müeyyidenin olmadığı yerde hukuk olmaz... Doğrudan doğruya Filistin meselesi üzerinde söylüyorum bunu; şimdi geleceğim oraya... Birleşmiş Milletler Teşkilâtı... Gayelerinden birinci madde:
— “Milletlerarası barış ve güvenliği korumak ve bu maksatla barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve uzaklaştırmak ve her türlü tecavüz fiilini veya barışın başka suretle bozulması hâlini ortadan kaldırmak üzere tesirli müşterek tedbirleri almak. Barışın bozulması sonucunu verebilecek milletlerarası nitelikteki anlaşmazlıkların veya durumların düzeltilmesini veya çözülmesini adalet ve milletlerarası hukuk prensiplerine uygun olarak barış yoluyla gerçekleştirmek.”
Bizim burada bir yorumumuz var: Antlaşmanın 24 Ekim 1945 tarihinde yürürlüğe girmesini gözönünde tutarsak, o gün bugün arasında bu teşkilâtın sağa-sola teessüf iletmekten başka bir işe yaramadığını anlarız. Nasıl işe yarasın ki? Büyük devletlerin pazar yeri olmaktan başka, bunlara karşı, özellikle bunlara karşı, ense kaşımaktan öte isbat-ı vücudu mümkün değil. Büyüklerin Birleşmiş Milletler içindeki rolü de bunun yansımasından başka birşey değil; bunun için Güvenlik Konseyi’nin teşekkülüne ve karar alma şekline bakmak yeter... Şimdi çok dikkat etmenizi istiyorum:
Konsey 15 üyeden teşekkül etmiştir ve bunun 5’i daimi üye... Amerika Birleşik Devletleri, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği... Geri kalan bütün devletler de, bu Konsey’in üyeliğine 2 sene için seçilirler... Ne demek daimi üye ayrıcalığı?.. Ve usűl meseleleri dışında kalan meselelerde kararlar, daimi üyelerin hepsinin oyları dahil olmak üzere 9 üyenin olumlu oyuyla alınıyor. Böylece Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden biri işine gelmeyen bir meselede veto hakkını kullanarak, kararın alınmasını önleyebiliyor. Devletlerin, yönetim şekilleriyle anılmaları gibi, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nı “Domuzlar Diktatoryası” olarak anabiliriz.
Bahsi “Birleşmiş Milletler”e getirmem şu; 5 devlet dışındaki devletlerin büyük çoğunluğu oluşturması durumu, onların hâli... Al sana bir bez parçası - bayrak; vatan, millet, Sakarya... Onun dışında Doğu ve Batı blokları arasındaki çekişmede bunlara düşen rol, paryalıktır. Bunu açık bir şekilde ifâde edebiliriz... Aranızda bizi dinlemeye gelmiş olan pislik habercilere de (ispiyoncular) aldırmaksızın ifâde ederiz; iş gele gele bağımsızlık bahsine geliyor... Ne kadar bağımsızsın?.. Dikkat edin yalnız, hep “Filistin davası” üzerindeyim ve mesele oraya gelecek... Niçin söyledim “Birleşmiş Milletler Daimi Konsey Üyeleri”nin durumunu, şunu, bunu?.. Şunun için söyledim: Bugün İsrail’in ağabeyi Amerika ve Amerika’nın beşiğinde de Türkiye... Ve sizler Filistin’de İsrail’li askerlerin Filistin’li gençlerin kollarını bacaklarını taşlarla parçalayışını kınıyorsunuz... Nereye kadar?.. Istırabınızı devamlı kılmak ve her birinizden bunu şuurlaştırmanızı istiyorum... Âdeta, demin Hazret-i Ebubekir bahsinde naklettiğim “ağlayan ağlasın, ağlayamayan ağlar gibi dursun” hikmetindeki gibi, bunu yaşayan yaşasın, yaşayamayan da yaşamanın yollarını arasın... Şu ifâde şuurlaşsın:
— “Yâ Muntakim Allah, bizi intikamına memur et!”
İzâh edebildim mi? Ve çağından mesul müslüman olarak siz burada bir numune teşkil ediyorsunuz... Dünyada gördüğünüz her türlü haksızlık, bizim adam olamamamızdan kaynaklanmaktadır; bunun suçluluk duygusunu hissetmenizi istiyorum... Ve âdeta bir film seyrederken, birkaç dakikalığına oradaki hâdiseden müteessir olup, aradan üç gün geçince horul horul uyumaya başlayan insanlar değil... Kuru kuru karşı çıkmalar da değil... Dikkat ediyor musunuz bahisler nerelere geliyor.. Ve bugüne kadar bu milleti kandırdıkları bir hususu söyleyeyim size: Bugün Doğu ve Batı blokları arasında yer almış bütün ufaklıkların hiçbiri, göstermelik şekiller dışında hiçbir şahsiyete malik değildir... Anladınız mı?.. Haysiyetinizle oynamak istiyorum; daha doğrusu haysiyet duygularınızı ayaklandırmak istiyorum!.. Bugün bizim birkaç bin gencimizi heba ettiler sokaklarda, –dikkat edin–, heba ettiler... İşte “son bağımsız devletimiz” falan filân edebiyatı ile sümük mendili niyetine kullanıp, rejimi müdafaa ettirdiler, boşu boşuna ölüme yolladılar... Devamını getirmek istemiyorum... Anladınız!..
Aradaki fark, –Doğu ve Batı blokları arasında– şu kadardır, onu da size söyleyeyim: Biri, konakta işini bitiren hizmetçiye diyor ki, “gidip odanda yatabilirsin!”... Öbürü de hizmetçinin işi bittikten sonra onu kapının önüne koyuyor ve “hadi sen serbestsin!” diyor... Senin serbestliğin bu kadar. Ve dikkat edin: Dünyada, –Filistin meselesi hakkında bu kadar müteessirsiniz–, İsrail devletini ilk tanıyan devlet biziz... Yaser Arafat’ın bir sözü var, “Filistin’liler Abdülhamid’i hâlâ minnetle anarlar!” diye... Biliyorsunuz Abdülhamid’e şu kadar altuna yaptıramadığımızı onun hâllinden sonra gayet cüz’i bir miktara yaptırdık diye, Yahudi söylüyor; orada toprak almaları, yerleşmeleri, devlet olma yolunda ilk zemini hazırlamaları davası... Bugün dünyada müslümanların başına gelenler, biz millet olarak tarihî misyonumuzu kaybettiğimiz için, bizim yüzümüzden gelmiştir...
Ve konuşmamın başında söylediğim gibi, –işte aynı şu resimde gördüğünüz gibi mütalâa edebilirsiniz–, ufaklıkların hâli budur; maddede ve mânâda...
İşkence bahsi üzerinde duruyoruz ya... İslâmî bir incelik çerçevesinde bize tatbik edilen işkenceyi anlatayım: İnsan, nefs muhasebesini yerine getirdikçe, nefs üzerindeki tahakkümünü yerine getirdikçe, ruhu kurtulur... Bu mânâda da, zannedildiği gibi Allah insanı Cennet’e veya Cehennem’e sokmuyor; insan, Cennet’e veya Cehennem’e kendi ayaklarıyla gidiyor... Allah, Mutlak Adil’dir... Keyfilik yok... İzâh edebiliyor muyum? Mutlak Adil’dir ve bunun mânâsı da şudur: Mahkûmun fiilinin hâkimi bağlaması gibi, bizim fiilimiz O’nu bağlar... Bir misâl vereyim: Diyelim şurada bir hırsızlık hâdisesi var, ben hâkimim ve kanun maddesine bakıp da “bu hırsızlığın cezası üç senedir” dediğim zaman, o mahkûmun fiili benim hükmümü bağlıyor... İşte bu mânâda bizim fiilimiz Allah’ın hükmünü bağlar... Hani keyfî, sanki “sen bu tarafa git, sen öbür tarafa git” gibi değil... Sana, kurtuluşunun yolunu göstermiş; kurtulmak veya kurtulmamak kendi ellerinde, kendi ellerinle kendi ayaklarınla yapıyorsun... İzâh edebiliyor muyum? Bu çerçeve içinde, kurtuluş yoluna bakarsak; nefse acı gelen herşey ruhu güldürür ve ruhu güldüren herşey de nefsi ağlatır... Şimdi biz o kadar muazzam bir işkence içindeyiz ki, ruhun kurtuluşu gibi bir davada, –buradaki arkadaşları tenzih ediyorum; umumî görünüş itibarıyla, bedahetler hâlinde söylüyorum–, acı duyma ıstırabını bile unutmuşuz... İşkencenin şiddetine bakın!.. Sıkça verdiğim bir misâli burada tekrar edeyim: Okyanusta kayboluyor adam, ne tarafa gidecek?.. Bunun bir ıstırabı var; güneş tepeden yakıyor, açlık bir taraftan, susuzluk bir taraftan, yön yok, yol yok, pusula yok... Ve bunun korkusu içinde... Bir müddet sonra uyuşukluk başlıyor; açlığın getirdiği bitab düşme hâli... Bir müddet sonra dayanamıyor, deniz suyu içiyor ve çıldırıyor... Ondan sonra dünya güllük gülistanlık... Kendimizi suçlamayı bilelim: Nefsin kucağında o kadar rehavet içindeyiz ki, ruhumuz işkencede, işkence altında... Bize Cehennem’e giden yollar döşenmiş iken, bu statü uygulanırken... Kelimelere bazı şeyleri zedelememek için fazla yüklenmiyorum... Ama umurumda da değil, onu da söyleyeyim; “dinleyiciler”e –ispiyonculara– söylüyorum bunları... Evet, “dinleyiciler”in kim olduğunu biliyorsunuz değil mi? Umurumda da değil; kanun sınırını dikkate alırken, tavır konulacak yeri de bilmek lâzım... Yâni bir kısım ödlek ve ahmakların anladığı şekilde “kanun sınırlarına dikkat”, ihlâl etmeme gayesi değil, taktik bir davranış meselesi olarak bahis mevzuudur... Devam edebiliriz... Biz, içinde bulunduğumuz Kemalist rejimde, bu türlü bir işkence yaşıyoruz... Ve yine Necip Fazıl’ın bir sözünü aktarıyorum size:
— “Aslanlara atılan İsâ Peygamber’in havarileri, bugün bizim çektiğimiz işkenceyi çekmiş değillerdi... Biz, kendi ülkemizde bu hâle düştük; onlar ise yayılmaya çalışıyorlardı!”
Dikkat ediyor musunuz?.. Ve biz o hâle geldik ki, acı duyma melekesini bile kaybettik... İşte en büyük işkence!.. Ondan sonra ötesi aslında bunun kadar mühim değil; üç sopa vurmuş bilmem ne... Bu dediğim çok daha mühim... Bizim bu dünya ile beraber öteki dünyamıza da kast ettiler, kast ediyorlar... Anlıyor musunuz işkencenin derecesini? Kendimizi doktorca acıtmayı bilelim...
Ne hâle düştüğümüzü resimde de görüyorsunuz; bunu madde plânında da görüyorsunuz... Şimdi biz bunun mânâlarına doğru sarkalım ve mânâda da bu olduğumuzu görelim... Bir hâdise okuyorum:
— “5 Kasım 1959 tarihinde Amerikalı Yarbay Morrison, Çankaya’daki Amerikan Klübü’nden çıkarak arabasına binmiş ve farlarının zayıf oluşu yüzünden toplu hâlde yürüyen erleri zamanında göremeyerek onlara çarpmış ve bazıları ağır olmak üzere onbir eri çiğneyerek yaralanmalarına sebebiyet vermiştir. Kaza 19-19.30 sıralarında olmuş, yaralılardan biri kaldırıldığı hastahânede ölmüştür. Türk makamlarının olaya el koymalarından sonra Amerikan makamları kaza sırasında Yarbay Morris’in görevli olduğunu iddia ve bununla alâkalı bir belge sunmuşlardır.”
Bunlar zaman içinde değişiyor, şudur, budur... Bu hâdiseyi şunun için aktarıyorum size: Tarih 1959... Dikkat edin: Biz, müslümanlar olarak, hiçbir zaman bu meselelere sahib olacak bir şuur belirtemedik... İşte fikir, işte ilim, işte bilmem ne mevzuu; bunlar bizim meselemiz değil mi?.. Burada adam bir suç işliyor, görev sırasında ve onunla ilgi içinde ise, vazifeli ise, bizim makamlar bakamıyor; vazifeli değil ise bizim makamlar bakacak, fakat ortada öyle bir keyfilik var ki, buradaki Amerikalı yetkili “o vazifelidir!” dedi mi, bizimki devreden çıkıyor... Ne vazifesi?.. Amerikan Klübü’nden çıkmış, sarhoş, farları bozuk, 11 tane eri çiğniyor, birini öldürüyor, “vazifelidir!” dediler, kurtuldu!.. Niye bu tip haksızlıklara karşı çıkamadık bu zamana kadar, müslüman olarak?.. Adeta bulunduğumuz evdeki eşyaya tahakkümümüzü o kadar kaybetmişiz ki, şurada hangi koltuk, hangi masa vardı, yerliyerinde mi, bizim mi, değil mi haberimiz yok... Milletlerarası hukuk olmadığını söyledim size; hukukçuların dikkatini çekiyorum... Misâl olarak söyleyeyim: İkili anlaşmalar falan bir takım davalar var, bu tip anlaşmalarda her zaman kuvvetli devletler kârlıdır, onların reyleri geçerlidir... Milletlerarası “karasuları meselesi”ne bakalım; biraz önce tedâilerden gideceğimi belirttim... Karasularını düşünün; sınırlarının arttırılıp, arttırılmamasını... Şimdi büyük devletler, karasuları sınırlarının dar tutulmasını istiyor, çünkü güçlü kuvvetli ve karasuları ne kadar dar olursa –ondan artan– uluslararası sular statüsündeki kısımlara rahatça girebilecek... Genel düzenlemelerde her zaman onların dediği oluyor; bunu da haber vereyim... Yavşak devletlere düşen iş, –haysiyetinize dokunuyorum–, sadece bunların kuvvet dengelerinin kesiştiği yerlerde sığıntı yaşayışlar... Hani “Filistin” filân diyoruz ya, işte bundan fazla birşey beklemeyin; bir takım kınamalar, resmî kınamalar, âdet yerini bulsun hesabı lâftan ibaret kınamalar... Zaten Filistin’de şurda burda olanlar, bizim adam olamadığımızdan oluyor.
Şimdi bir başka maskaralığa dikkat çekeyim... Afrika’da açlıktan kırılan insanların hâlini biliyorsunuz... Arkadan bir şarkıcı çıkıyor, bir takım yardım malzemeleri ve paralar topluyor; oldu Afrika halkına yardım... Burada insanca bir duygu var diyorsunuz değil mi? Şimdi o yardım toplanmasın demiyoruz... Dikkat edin, o yardım toplanmasın demiyoruz, ama işin hakikati şu:
— “Günümüze kadar hümanizm, ya dinin yerini alacak bir sistem olmuş veya herhangi bir dinin desteğini alarak varlığını korumuştur. Benim inancıma göre hümanizm, dinin güçlü olduğu devirlerde çok başarılı olmuştur!”
Dikkat ediyor musunuz?.. Bir Batılı’nın kitabından okuyorum bu “insancıllık” davasının mahiyetini... Dinin tabiî yapısında var insancıllık... Ve devam ediyor:
— “Dinsiz hümanizm veya zamanının inanışına karşı gelmiş olan hümanizm ise yıkıcı olmuştur; çünkü tahrip ettiği değerlerin yerine koyacak yeni bir sistem kurulamamıştır!”
Bu türlü hümanizme misâl de, şu homolara bakış şekli... Hani şimdilerde moda olan, onlara bir insanca(!) yaklaşım var ya; şefkatli!.. Niçin bu bahse temas ettiğim meselesine gelince: Biliyorsunuz ki, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde, Filistin’de meydana gelen hâdiselerden dolayı bir takım kınama sesleri geliyor... Afrika’yı mahveden Batı, şimdi oraya dört kamyon yiyecek gönderince iyilik de onlara kalıyor yâ, o hesab... Fakat aslı şu: Benim evimdeki aşı kazanla götürüyor, arkasından bana kaşıkla veriyor... Oldu Afrika’ya yardım, Filistin’e arka çıkma.
Bu bakımdan, hümanistlik numaraları bir yana, işin aslında, Filistin’lilerin cesetleri üzerindeki parmak izlerinde Batı’yı, Batı’nın suçunu gördüğümüzü belirteyim... Bunu da delillendirmek istiyorum... Milletlerarası Hukuk’ta, “en ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydı” diye bir bahis var; en ziyâde müsaadeye mazhar... Elimdeki ders kitabını yazan adam, biraz ilmî olayım diye çok karmakarışık etmiş hadiseyi; bu da bizim ilim adamı geçinen çevrenin zaafı... Ben size gayet basit olarak açıklayacağım... Şimdi iki tane devlet var; A ve B devleti... Bu iki devlet birbirleriyle anlaşma yapıyorlar ve maddelerden biri “en ziyâde müsaadeye mazhar” kaydını taşıyor... A, en ziyade müsaadeye mazhar millet diyelim... B devleti C devleti ile bir anlaşma yaptı ve C devletinin A devletinden fazla avantajları oldu; bu durumda A devleti C devletinin faydalandığı haklardan aynen faydalanıyor... Şimdi kitabtan takib edelim:
— “En ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydının kökleri de Avrupa Kamu Hukuku’dur. Gerçekten de Avrupa’nın gelişmiş devletleri, çeşitli kıtaların çeşitli ülkeleri üzerinde hâkimiyetlerini kurmakla yetinmemişler, bunlar dışındaki ülkeleri ve milletleri de sömürmekte bir diğerinin arkasında kalmamak için, anlaşmalara “en ziyâde müsaadeye mazhar millet” kaydının konulması usûlünü getirmişlerdir.”
Bu meseleden önce birşey söyleyeyim size; anlaşmalara dış yüzünden bakmamanız için... Meselâ, Kanunî Sultan Süleyman Fransa’ya kapitülâsyonları verdiği zaman, bizim kuvvetli dönemimizdi, bize yarıyordu; sonra işler tersine dönünce aleyhimize oldu... Bunun gibi, “karşılıklı haklar” vesaire şeklindeki davalarda iş umumiyetle kuvvetlinin lehinedir; lehine olmadığı zaman zaten anlaşmaya yanaşmaz... Ve “en ziyâde müsaadeye mazhar millet” davası; bakın iş nasıl maskaralaşacak... Dikkat edin:
— “Amerika Birleşik Devletleri ile Fas arasında yapılan 1886 tarihli bir antlaşma vardır. Bu antlaşma “en ziyâde müsaadeye mazhar millet” kaydını kapsamaktadır. Bu kayda dayanan Amerika Birleşik Devletleri, Fas’ın diğer devletlerle yapmış bulunduğu antlaşmaların kapitülâsyon rejimi ile ilgili hükümlerinden faydalanmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri ile Fransa arasında uyuşmazlık mevzuu, konsoloslara tanınan yargı yetkisidir. Fas’ın konsolosların yargı yetkisi mevzuunda tanımış olduğu en geniş haklar, 1856 Büyük Britanya ve 1861’de İspanya ile aktolunan antlaşmaları görülmekte ve Amerika Birleşik Devletleri en fazla müsaadeye mazhar millet kaydı gereğince bunlardan faydalanmaktadır...”
Kısaca şu... Bahsi onun için buraya getirdim... En ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydından zaman içinde devletler rücû etmeye başlıyor; ben bıraktığıma göre tabiî olarak ona da bırakmak düşüyor... İki devlet arasında uyuşmazlık uzadığından ve çözülemediğinden, iş Milletlerarası Adalet Divanı’na geliyor, falan... Şimdi şu vahşî mantığa bakın, Amerikanın savunduğu teze:
— “Fas gibi memleketlerle yapılan antlaşmalarda en ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydını çeşitli ilgili devletler arasında fark gözetilmeksizin eşit muamele yapılmasını sağlayan ve bunu sürdüren bir araçtan çok, bir metnin referanslarla kaleme alınması usûlü saymak gerekir.”
Bu karıştırılmış ifâdede, diplomatik nezaket veya diplomasi dili gibi sebeblerle doğrudan belirtilmeyip de dolaylı olarak belirtilen husus şu; diyor ki, “Fas gibi müslüman olan ülkelerle yapılan antlaşmalarda, en ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydı, birinin bırakmasıyla bırakılmaz”... Yâni bu ne demek biliyor musunuz?.. “Sömürgeden sen çıktıysan ben de çıkacak değilim yâ!”... Anlatabildim mi?.. Sonra netice şu oldu, bu oldu; netice hiç mühim değil!.. Bu muhakemeyi anladınız mı? Mantıklarını anladınız mı?..
Şimdi Filistin davası... Filistin Kurtuluş Örgütü etrafında... Bir eserden okuyorum:
— “1947-1967 Haziran’ındaki 6 gün savaşına kadar Siyonizm’in siyasî saldırısı İsrail devlet yapısının Filistin topraklarına yerleşmesini sağlayarak, bu toprakların asıl sahibi olan halkı göçmen kamplarına sığınmak zorunda bıraktı. O vakitten beri bütün Yakın Doğu, fırtına bölgesine girmiş bulunuyor. Saldırı Mısır’ın kalbine yönelmişti... Fakat Filistin halkının uğradığı bir milli felâket, silâhlı bir milli kurtuluş hareketine yol açtı ki, bu hareket Arap milli hareketlerinin devrimci bir nitelik almasına öncülük etti.”
Burada bir incelik var: “Devrimci bir nitelik almasına öncülük etti”... Sizin de gayet rahat hatırlayacağınız hadiselerden bu; “solcu müslümanlarla, sağcı falanjistler bilmem ne yaptılar!”... Taarruz Batı’dan geldiği için, mücadelelerde İslâmî bir sistem anlayışı geliştirilemediği için, derhal Batı’ya reaksiyon hâlinde bir takım örgütler türüyor ve bunlar kendilerini ifâde çaresi olarak marksist örgüt... Size söyleyeyim, bunlar kaynakta marksist değillerdir; reaksiyon olarak marksisttirler... Aynı, Türkiye’de, İslâm’ı ırkçılıkla çorba ettikleri için, (Türk-İslâm sentezi kakavanlığı), bir takım adamların Doğu bölgesinde bir takım –rejimden kaynaklanan– haksızlıklara karşı olmak bakımından marksizme kaymaları gibi... İzâh edebiliyor muyum?.. Bugünkü Filistin hareketinde görünen odur; iş halk hareketine döndüğü zaman, köklerindeki İslâmî niyetler ortaya çıkıyor.
Anlattıklarımdan, fikir zaafı, dünyadaki müslümanların fikir zaafı kendiliğinden görünüyor... Daha önce de, Afganistan’da –Pakistan’da da olabilir– müslümanların, “müslüman marksistler” diye örgütlenmeleri gibi, bir sistem olmadığı ve hareketini bir sisteme dayayarak yürütmek zarureti bakımından, marksizme sığınmaları gibi... Şimdi bunun daha başka türlü şekilleri tezahür etti: Sovyetlerin işgalinden sonra (Afganistan’ı), bu sefer yine tam İslâmî bir hüviyet koyamamakla beraber, İslâmî niyetle ama yine pek ne istediğini, ne dediğini anlatamayan, savaşan insanlar... Biraz önce dikkat ettiyseniz, size bir söz söyledim; dedim ki, “dünyada size idealize edilecek ve gösterilebilecek bir örnek mevcut değil!”... Ve bugünkü genç adamın ıstırabının nerelerde olduğunu size resimde gösterdim: Bir yanda âlet (silâh), öbür yanda fikir... Ve bir harekette fikrin dozu düşmeye başladığı ândan itibaren, hareket kendi kendini gayeleştirince, mânâsızlaşır... Siz bu çileyi yaşamakla yükümlüsünüz... İzâh edebildim mi?.. Aynı ânda bir sürü işi gerçekleştirmek gibi bir zorluk altında, bir kahramanlık; bu, büyük kahramanlık... Bu yükün altına girmek büyük kahramanlık... Bu yükün altına girecek kahraman olmaya namzetsiniz!..
Evet, bu, türlü boş hareketleri gösteren resim... Balon ve üzerinde Libya lideri Kaddafî’nin çehresi... Şimdi, dava, Kaddafî’yi kötülemek değil, mânâya dikkat çekmek ki şu: Fikir olmadığı zaman ne hâle düşüleceğinin en hazin örneklerinden biri bu bahistir... Petrolü satıyor, 200-300-500 parasını veriyor ve uçak alıyor... Ondan sonra, uçağı satan ülke buna yedek parça veya lâstiğini vermediği takdirde, şu kadar milyar gitti gürültüye... Yâni, sahte güç, kuru caka ne demek anlatabildim mi?.. Amerika’ya gûyâ kafa tutması filân hep bu temelsizlik içinde... Başka bir misâl: Adam öbürüne füze atmak için, sattığı petrolün parasını verip füze alıyor... Satan adam, işine geldiği yere kadar verir, işine gelmeyen yerde vermez... İran Şahı’na yaptıkları hâdise: Ortadoğu’nun en güçlü silâhları Şah’ta idi, fakat o kadar basit bir hile ki, orada uçağın değişmesi gereken cıvatası yollanmasa, gitti gürültüye... Bunları şunun için söylüyorum; insanları bir takım hareketlere yöneltirken, orada vasıtalar gayenin yerini alıyor ve iş gide gide top peşindeki insanların birbirini taşlaması gibi bir mânâsızlığa dönüyor... İzâh edebiliyor muyum?.. Gücü idealize ederken, eğer dış oluşu iç oluş destekleriyle beslemediğiniz takdirde olabilecek olan budur... “Jeni”den gelmek lâzım, sistemden gelmek lâzım, fikirden gelmek lâzım, bunun için de şuurlu olarak bunun ıstırabına girmek lâzım; düşünen, taşınan, arayan, çırpınan, yırtınan insan tipi... Anladınız; gücü idealize ederken bir takım Patrona Halil davranışlarını idealize etmiyorum... Ve deminki sözümü destekleyen, Batı karşısında marksizmi seçiş bahsine misâl:
— “Meselelerimizin büyüklüğünü kavramanızı istiyoruz; çünkü biz, kökleri Avrupa’da 20. yüzyılda emperyalist hareketinin tâ göbeğinde bulunan bir siyonist örgütle boğuşmaktayız. Şimdi siyonizm, emperyalizmin en saldırgan bir şekline bürünmüştür. Başlıca amacı bir halkı, bir memleketten tamamıyla söküp atarak yerine başka bir halkı yerleştirmektir...”
Sözüme çok dikkat edin; “Siyonizmin saldırısının ahlâkî sorumluluk bakımından Nazi cinayetlerini gölgede bıraktığını” belirten, bizzat tarihçi Toynbee... Bizde ne oldu? İsrail’li askerlerin Filistin’li gençlerin kemiklerini taşlarla kırması televizyonda üç gün gösterildikten sonra, halkımızda yükselen tansiyonu pörsütmek için öbür kanalda “Yahudiye yapılan zulüm” diye film gösterdiler... O namussuz gazetenin “irtica hortluyor!” diye yayını...
Şunu da haber vereyim size: 1956-1957 tarihlerinde Amerika’nın Türkiye’de bulunan bir görevlisinin verdiği rapor var, onda diyor ki, “Tükiye’de artık Amerikan politikası doğrultusunda hareket edecek olan Amerikan tipi politikacı yetişmiştir, dışarıdan müdahaleye lüzum kalmamıştır!”... Anlatabildim mi arkadaşlar?.. Ve bugünkü politikacı tipini biliyorsunuz; gönüllü Amerikan uşakları... Ve bizim müslümanları tavlamaları çok kolay; adam iki kere camiye girdi mi, “namazında niyazında da, sakalı da var da” bilmem ne... “Amerikan politikası doğrultusunda hareket edecek politikacı tipi yetişmiştir, artık müdahaleye luzüm yoktur” diyor adam; biz kendi kendimize yetiyoruz... Politikacı tiplerine bakın yeter!..
Bütün bunların tabiî neticesi olarak, gençler kendilerini nerede arıyor; sokak çeteleri, liselilerden çeteler, bilmem ne... İzâh edebiliyor muyum?..
Şimdi dikkat... Ben, Allah rızası için uğraşırken öldürülürüm; şehidim... Bir de kumar kavgasında öldürülürüm; gitti gürültüye... Ne oluyor?.. İş öldürmede, öldürülme fiilinde değil, niyette... “Dava fiilde değil, niyette” diyorum; öyleyse “herhangi bir bahane altında” öldürülen her insan murdar gitmiştir... Yâni, “emir kulu” bilmem ne diye bu rejimi korurken filân... Allah’ın emir kulu ol!.. Size bir inceliği söyleyeyim: Bir müslümana, müslüman olduğu için saldıran adam, kâfirdir!.. Emir kuluymuş; insanda bir mukavemet payı olur... Anlatabildim mi?.. Ben, emir kulunu bilmiyorum, Allah’ın emrini ve O’nun kulu olmayı biliyorum, tanıyorum!..
Evet... Buradan okudum, görüyorsunuz; “Siyonizmin saldırısı ahlâkî sorumluluk bakımından Nazi cinayetlerini gölgede bırakmıştır” diyor... Düşünün ki, böyle vicdanını fıkırdatmış hâdiseler... İnsanda bu “vicdan” denen meleke var ya, zerre kadar da olsa, ne olursa olsun bir yer gelir, o hâl insanı müteessir edebilir... Ve işte bu çerçeve içinde, Filistin’e ilk yerleşen Yahudiler’den birinin orada yapılanlar karşısında duyduğu teessürü ifâde eden bir mektup... Nathan Chofshi’nin 1959 Şubat ayında News Jewish News-letter gazetesi başyazarına gönderdiği mektuptan:
— “Olup bitenleri size ancak biz, Filistin’de yerleşmiş olan eski Yahudiler anlatabiliriz; savaşın şahitleri olarak biz Yahudilerin, Arapları köylerinden, şehirlerinden ayrılmaya nasıl zorladığımızı ancak biz söyleyebiliriz size. Bazıları silâh kuvvetiyle uzaklaştırıldı; bazılarını da aldatarak, yalanla, boş vaadlerle kandırarak topraklarından ayırdık. Arapların bu şekilde terk ettiği yerlere örnek olarak Yafa’yı, Lida’yı, Akra’yı gösterebiliriz... Burada, toprakları üzerinde 1300 yıl yaşamış Arap halkı var; şimdi biz geldik, bu Arapları zavallı göçmenler hâline getirdik. Bu yetmiyormuş gibi hâlâ onlara iftira etmeğe, şaşırtmaya, adlarını kirletmeğe cesaret ediyoruz. Yaptığımızdan utanıp yerin dibine geçecek yerde ve yaptığımız kötülüğün etkisini gidermek için birşeyler yapacağımıza, bu zavallı göçmenlere yardım edeceğimize, korkunç hareketlerimizden keyif duyuyor ve hattâ bununla övünüyoruz!”
Şimdi bu mesele bana hemen şunu hatırlattı: Bugün İngiltere’nin Libya’daki 3-5 teknisyeni rehin tehdidi altında kalınca, İngiltere derhal dikiliyor... “Britanya İmparatorluğuna bağlı vatandaşların güvenliği” filân diye... Birleşmiş Milletler Teşkilâtı Genel Sekreteri Kurt Waldaym hâdisesini de biliyorsunuz: Nazi savaş suçlusu idi, bilmem ne... Peki Filistin’de öldürülen insanların savaş suçlusu kim?.. Bir seferde 30-40 bin insanı öldürülen ülkeler?.. Bunun arkasını arayan kim?.. Niye Afganistan’da öldürülenlerin arkasında kimse yok?.. Bugün Filistin halkına yapılan işkence, Filistin halkına soykırım tatbik edilirken, bunların savaş suçluları nerede?..
“Birleşmiş Milletler Teşkilâtı” diyorduk... Demin size, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün tebliğini okuyordum; “Birleşmiş Milletler’in aldığı kararların hiçbiri, Amerika’nın veto etmesiyle uygulanamıyor” diyor... Hani, “Domuzlar Diktatoryası” dedim yâ...
Dikkat edin, –biraz vicdanı olan dayanamıyor–, ünlü Yahudi psikolog Erich Fromm şunları söylüyor:
— “Sık sık Arapların kaçtığı, isteyerek topraklarını aldırdıkları ve bunun için de evlerini barklarını kaybetmelerinden kendilerinin sorumlu olduğu söylenmektedir. Devletler Umumî Hukuku’nda aynı derecede doğru bir prensip daha vardır ki, buna göre bir memleketin yurttaşları ne mal, ne mülklerini, ne de yurttaşlık haklarını kaybetmezler; ve Filistin Arapları, bu hakka Yahudilerden daha lâyıktır...”
Vesaire; böyle gidiyor... Ayran kabartma durumunda değilim; sadece sizi mesuliyete davet etmek gibi bir yerde konuştuğuma göre... Yaser Arafat’ın sözünü söyledim:
— “Bugün Filistin’liler Abdülhamid’i minnetle anarlar!”
İsrail’i tanıyan ilk devlet olma suçunu taşıyoruz, demiştim; bu devlet bizim mesuliyetimiz dairesinde... Bugünlerdeki resmî kınama-mınama da, İsrail’in ağabeyinin müsaade ettiği kadar... Dümdüz söylüyorum!.. Ve, “ben bunu, şunu yaparsam, çorap satarım, ondan da petrolü ucuz alırım” cinsi hesaplarla, Ortadoğu’da şirinlik politikası... İzâh edebildim mi?.. Bugün bizim, Yunanistan’ın bilmem kimin göstermiş olduğu kınama tavrından farklı bir durumumuz yok... Sen, lâfta değil de fiilde kendini gösterebilmelisin; bunu devlete söylüyorum!.. Bunu söylerken de, bazı sahteliklere yol açmak istemiyorum; “oraya müdahele et!” filân gibi... O da hesab-kitab işi ve senin gücün belli... Palavraya lüzum yok!.. Hani arasıra bizi pohpohlamak için, “NATO’nun bilmem kaçıncı gücü” diye bir takım lâflar söylüyorlar yâ... Ayrı bir parantez açarak bildireyim: Dünyada, süratli savaş bakımından, teknik bakımdan, iyi savaşmak bakımından birinci sırada İsrail’dir... Bu bir kelle hesabı işi değil... Meramımı anlatabildim mi?..
Burada başka bir hususa geçeyim... NATO’nun yayınladığı bir bültende, bizim gücümüzün ancak savaş sonrasında işe yarayacağı söyleniyor... Bunun Türkçesi nedir biliyor musunuz? Adam geldi buraya bir bomba attı ve burası yıkıldı; meydana gelen moloz yığınını kaldırmak için amele lâzım... Bizim gücümüz de bu... Anlatabildim mi?.. Türkiye bütçesinin üçte birini götüren bir hâdise, iktisadî bakımdan da belimizi kıran bir hâdise olmasına rağmen, Çin ordusunu andıran kuru sayı çokluğu muhafaza ediliyor!..
İktisadî mânâ ve... Soyguncunun kendini korumak için evin çocuklarını rehin tutmaktan farklı olmayan işler... Rejimi ayakta tutma tezgâhı... Neyse... Kısaca; öyle “gideriz, Filistin’i kurtarırız” falan palavrasına yer yok... Ama şu olabilir; sahip çıkıldığını gösterici maddî yardımla birlikte, çok daha cüretkâr tavır konulabilir... Ama niçin konulamayacağını söyledim... Zaten öyle bir niyet olsa, bunları yapabilmenin şartları aranır... O şartları arzulayanlar, yâni bizlerin gerçekleştirmesi gereken iş, birilerinin (düzen kocabaşlarının) cebine biraz harçlık, bir daha dönmemek üzere doğru gezmeye yollamak... Anlatabildim mi?..
Evet; gördüğünüz resim, Özal iktidarının... Seçim davası bana, Sıddık Sami Onar’ı hatırlattı; Ordinaryüs Profesör... Aranızda Hukuk Fakültesi’nden 20-25 sene öncenin talebesi var mı bilmiyorum; o söyleyeceklerimi tasdik eder... Ömrümde, Allah’ın insandan bedahet duygusunu kaldırınca ne hâle düşüleceğini bana bu kadar net gösteren adam olmadı... O kadar korkunç bir hâl ki, suratına baktığım zaman, Mısır Firavunlarının taştan heykelleri gibi, mumya gibi ruhsuz; mide bulanmasına benzer bir tiksinti veriyor... Düşünün, adam 80 yaşın eşiğinde, o suratla müstehzi, Şeriatla alay ediyor!.. Ve bir sene sonra inanmadığı âleme gitti... İşte onun bir sözü var: 1960 Anayasası hazırlanırken, “demokrasi şudur, budur” gibi bahisler geçerken, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi sözkonusu olunca diyor ki, “Cumhurbaşkanı’nı halk seçsin de, ondan sonra başımıza Saidi Nursî gibi bir adam mı geçsin?”... Sana ne? Öyle değil mi? Madem ki “millet iradesi” diyorsun... Yaptığı edebsizliği görüyor musunuz?.. Bunun ıstırabını çekmenizi istiyorum!.. Aradan şu kadar sene geçti, o hâdiseler yeniden gündeme geldi, fakat bir farkla; bu zaman süreci içinde, aynı Amerika’lı adamın söylediği, “Türkiye’de Amerikan politikası doğrultusunda hareket edecek politikacı yetişmiştir” hakikati gibi, tamamen hüviyetini kaybetmiş ve geçmişin ıstırabını ve hatırasını unutmuş bir nesil çıktı ortaya... Araya bir bölünme gelmiş... Hele şu son gençlik; şu memlekette uygulanan mânevî kıyımın kıyasına bile, şuuruna bile malik değil... Şu 1980 Eylül... Bundan sonra Cumhurbaşkanı’nı halkın seçeceği bir seçim olursa, bizim “şen sıpa” dediğimiz soyun seçeceği tip ne olursa o olur diye hesaplıyorlar; tehlike kalktı!..
“İşin hatırası bile kalmadı” diyorum size; düşünün ki Filistin hâdisesi karşısında ne kadar müteessir oldunuz... Oysa burada, –Türkiye’de–, insanlar işkence ile, dayakla öldürülmüş, kaburga kemikleri, kol ve bacakları kırılmıştır; müslümanlara yapılanların haddi hesabı yokken, ne arayan ne soran... Eski “Büyük Doğu”larda bu hâdiseler ve tutulmuş raporlar yayınlanmıştır... Bugünlere gelinirken, yapılan işkence ve katliamların hatırası kalmadığı gibi, onun ıstırabı, “intikam duygusu” da unutturuldu; düşünün işkencenin şiddetini!.. Ve bugünkü gençliğe onun ıstırabını duyurmak bile hâlli gereken bir mesele olarak duruyor karşımızda... Şimdi bütün bunlara rağmen, çok olumsuz duygular içinde değilim... Şu bakımdan değilim, –bunu bütün kalbimle söylüyorum–, buradaki arkadaşlara bakarak; sizden güç bularak... Şunu rahatça söyleyebiliriz:
— “Madem ki biz varız, öyleyse bu dava var! Öyle mi arkadaşlar?”
(Hep bir ağızdan “öyle!” cevabı.)
Resimde Özal’la gösterdiğimiz iktidarın gücü, bir bakıma bir mumya... Bu bütünlüğü buradan alıp şuraya koymaya kalksanız dağılıverecek; ufalanıverir gider... Bu türlü sahte dengeler içinde; ama ne kadar dik duruyor değil mi? Sıhhati mumya kadar... Bu resim Özal için 5 sene önce çizildi; bugün sadece o destek veren adam şapkaları değişti... Miğfer, melon şapka karışımı... Melon şapka mânâsını biliyorsunuz... Vakıa bundan ibaret!..
Ve bu resimde de, bizim ruhumuzdan midemize kadar yakalandığımız hususu gösteriyor; Batı’dan beklediğimiz, –daha doğrusu dilendiğimiz– yardım davası... Burada şöyle birşey var, –yine haysiyetinize hitab etmek istiyorum–, iş ne hâle geliyor dikkat edin... Birkaç sene önceki bir hâdisedir: Bizim “yardımı çoğaltın, biraz daha hibe yapın” tavrımıza karşı, Amerika’lı elçi diyor ki, “ne kadar yardım yapacağımızı size mi soracağız?”... Adam artık diplomatik nezaketi falan bir tarafa bırakıp âdeta at uşağını azarlar gibi, “size mi soracağız” diyor... Öyle ya; dilenciye ne kadar sadaka verileceği, dilenciye sorulmaz ki!.. Ne verirse onu alırsın!.. İzâh edebiliyor muyum bu hakaretamiz tavrı?.. Burada yine hukukçuların dikkatini çekiyorum; dış gücün gelip çöreklenmesi, üs tutması bakımından, dünyanın en beleş ülkesiyiz... Doğrudan doğruya toprak kiralasaydık bile elimizi öptürürdük... Haber vereyim: NATO’ya masraf bakımından adam başına usûlüyle en ucuz asker de bizde!.. Arada gayet komik bir hâdise: Şu tarihte, –ne kadar şereflendiğimize dikkat edin–, albay rütbesinde bir Amerika’lı geliyor diye, Ankara’da stadyumda gösteri tertipleniyor... Görüyor musunuz parya psikolojisini?.. Yamyamlar bile yapmaz bunu... Ve bütün bu hâdiseler olurken, müslümanlar bunlara sahib çıkmayı ıskalamışlardır... Burada gayet rahatlıkla ifâde edeyim ki, 1975 Gölge’nin çıkışından önce bir “hareket sistemi”, buna nisbetle tavır koyma diye birşey yok; “gönlümüzü düzeltirsek, canımızı bilmem ne yaparsak, gönül eri bilmem neyiysek”... Burada, sahte iyi niyet bir yana, ahmak iyi niyetin de kötü niyetten daha kötü olduğunu idrak edin diye söylüyorum... Ki ben, bunların ahmakça da olsa iyi niyetten kaynaklandığına inanmıyorum; güdücüler bakımından... Niyet hep mevcudun devamı, kendilerinin varlık şartı. Aslında bir insan hem müslüman olsun hem ahmak olsun, bu mümkün değil; müslüman, Allah’ın nuruyla nazar eder... Ahmak olduğuna göre?.. Kuru mantığa lüzum yok... Burada, hem olmamız gereken bir husus var, hem de tavır alabilmek için takınmamız gereken ölçü... Deminki hadiseyle ilgili irticalen konuşuyorum: Almanlar, bütün savaş tazminatının silinmesi pahasına, kendilerine has postal ve miğferin hem de karşı taraf malzemeyi bedava verecekken, değiştirilmesini kabul etmemiştir... Bu tip işlerde, –ne demek istediğimi anlıyorsunuz–, hesabı, kitabı yapılmadan, bir muhasebe yapılmadan, bunun idrakının gerekleri düşünülmeden, bizim gibi “değişimlere” giren hiçbir ülke yoktur... Onun hukukî, içtimaî, siyasî vesair neticelerini hesaplamayan...
Şimdi şu resim... Alâaddin’in lâmbasından çıkan dev, cin, gibi; görüyorsunuz Batı’lı tipi, kıyafeti var... Batı, gűya sihirli lâmba; maymunların gözünde... Bu resmin bende bir hatırası var; duyunca çizdim... Biliyorsunuz, gidiyor (Kenan Evren) şöyle bir makinelere falan bakıyor, “sayın bilmem ne incelemelerde bulundu!” diye haber oluyor... Aval aval bakıyor; neyi inceliyorsa!.. İşte bunun gibi, bazı iktisadî meselelerde ona öğreterekten –adı bilgi vermedir, ama değil; bilgi, o işten anlayana verilir– bir takım şeyler anlatılıyor, bu da o işten bîhaber ya, züğürtlüğünü örtmek için hemen soruyor:
— “Bu iş Batı’da nasıl yapılıyor?”
Şöyle oluyor, böyle yapıyorlar, diyorlar... “Tamam öyle olsun!”... Görüyor musunuz ne gülünç!.. Bu adamın milyarlarca liraya malolan böyle fikir yürütmeleri var ki, insanın aklı şaşar... Bunun üzerinde daha fazla durmuyorum... Evet; sihirli lâmba davası... Bu resmin altında şöyle bir yazı olmalı: “Yine ne var?” diyor... Yâni “Batı, Batı” derken, âdeta o da bıktı bu sırnaşıklıktan ve sana “senin yerin aynı zamanda Ortadoğu’da” filân gibi hatırlatıyor.
Bir çay daha içerim ve bir çaylık daha konuşabilirim... Şu ânda aklıma geldi, dün naklettikleri bir lâf ki, bu mantıkla hiçbir yere varılamaz; ve keyfiyet, kalite ne kadar düştü, ona dikkat edin... “Siz hâlinizi değiştirmedikçe, biz sizi değiştirci değiliz” ve “Lâyık olduğunuz idare ile idare edilirsiniz” ölçüsü ortada, öyleyse bizim mevcut düzene karşı çıkmamız Allah’a karşı gelmektir... Mantığa bakın!.. Bu tip hâdiseler karşısında o kadar hayrete düşüyorum ki, gerçekten bir tersine dehâ... Ben şimdi müsbet bir takım şeyleri düşünüyorum, yahut küfür yolunda giden bir adamın muhakemesini daha ileri götürüp söyleyebilecekken söyleyemediklerinin de muhasebesini yapabiliyorum, fakat bu tip tersine harika ifâde eden lâfları nasıl buluyorlar bu adamlar anlayamıyorum!.. Samimi olarak söylüyorum, muazzam bir buluş!.. Buna benzer bir buluşu, seneler önce duymuştum; “halkın dili Hakkın dili olduğuna göre, komünistler de halktan olduğuna göre”... Öyleyse komünistlere karşı çıkmak, Hakka karşı çıkmak!.. İşte, tezadı içinde bir ahmak muhakeme örneği!..
Niye ısrarla “fikirsiz olmaz!” deyişimiz anlaşılıyor mu?..
1988
Kaynak:
Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık / Sohbet-Konferans, İBDA Yay., İstanbul 1996, s. 67-98
(Konferans metnindeki bazı "özel isim"ler, orijinal metinden farklı olarak, AKADEMYA tarafından koyu harflerle vurgulanmıştır.)
Bir büyük İslâm İnkılâbı, şübhesiz ki sadece mevcud rejimin yapısını değiştirmekten ibaret değildir. Hangi dünyada yaşadığını en derin katmanlarına kadar inceden inceye hesaba çekmek ve düşmanının maddî-manevî işgâline karşı hangi noktalarda hücuma geçeceğini de şuurlaştırmak dâvâsıdır aynı zamanda. 1999 Büyük İslâm İnkılâbı da, el yordamıyla gerçekleştirilen basit bir rejim değişikliği hâdisesinin ismi olmayıp; İBDA'nın öncülüğü ve Fikriyatının rehberliğinde, işgâlin her türüne açılmış bir isyan bayrağı ve bu isyanın neticesi olarak YENİDEN tesis edilecek Büyük İslâm Medeniyeti'nin devletleşmiş milâdı olacaktır. Fikriyatımızda eserler, bahisler ve detaylar boyunca muhteşem bir fikir mimarîsine mevzu olan bu azîm meselenin muhtelif vechelerini, İBDA Mimarı'nın yıllar önce verdiği, fakat bugün gibi taze bir konferansından göstermek istedik size. Burada okuyacaklarınızı bir "başlangıç" sayıp, devamını Külliyattan takib, herhâlde en doğru ve verimli bir usûl olacaktır. Ve yine; "işkence"nin fizikî olanından daha vahim olarak, ruhumuza revâ görülen işkenceyi; "Filistin" vesilesiyle, dünya milletlerine, hassaten İslâm Âlemine geçirilen maddî-manevî boyunduruğu da ürpererek farkedeceksiniz. Aktüel gelişmelerle gündemde olması bakımından, Birleşmiş Milletler "Domuzlar Diktatoryası"yla NATO "Emperyalist İşgâl Gücü"nün fonksiyonunun perde gerisini ve biz işgâl altında yaşatılan müslümanlara düşen vazifeyi de, her zaman olduğu gibi, İBDA'dan başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz bu teşhis, tesbit ve tahlillerden süzebileceksiniz. Ne mutlu bize ki, bu uğursuz işgâl zincirinin, en canalıcı noktasından ve İBDA liderliğindeki Anadolu Kurtuluş Ordusu tarafından tamamen kopartılacağı kutlu bir çağ dönümünde yaşıyor; yüzyıllar sonra İslâm tarihinin bu en destanlık hamlesine bizzat şâhidlik ediyoruz. Metnini arzedeceğimiz konferans, İBDA erlerine, 1988 yılında İstanbul'daki KİP Salonu'nda, slayt görüntüleri eşliğinde verilmiştir.
AKADEMYA
Karşımda, büyük İslâm inkılâbını gerçekleştirecek ve topyekűn insanlığa yaşanmaya değer hayatın ne olduğunu gösterecek sahici insan soyunun öncü kolunu görüyorum... Ve Ankara’daki arkadaşlara da söylediğim gibi, her birinizi İslâm’a muhatab anlayış davasının ulvî aşısını taşıyanlara hasredilmesi gereken bir aşkla selâmlıyorum!..
Sizi böyle selâmlıyorum ya, sakın bir mübalâğa üslubu içinde sizi pohpohlayıp peşinen takdirinizi devşirmeye çalıştığımı sanmayın; tam tersi, söyleyeceğim şeylerle belki canınızı yakacağım! Ve geniş bir zaman içinde netice şuraya varacak: Ben yanılmışsam, ben değil, kendisinde bu ümidi vehmettiren utansın! Şimdi soruyorum ve hep bir ağızdan cevap bekliyorum: Beni utandırmayacaksınız değil mi?..
Burada bulunan topluluğu kastederek belirttiğim tipi çizgiye dökünce, resimde de görüldüğü gibi(*) dörtbir yanı kolaçan eden gerçek bir genç tipi çıkıyor ortaya:
“Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına,
Soruverse: Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
Demek oluyor ki, sizde işaretlediğim hususiyet, “olunması gereken” şahsiyet tipi, kâinat çapında bir ağırlığı omuzlarınıza yıkıyor... İnsan bazen olanı değil, olmasını arzu ettiğini söyler ya; her biriniz tek tek, ölçülendirdiğim hususiyete göre nesiniz, kendinizi nisbet ediniz... Allah ve Resűlü aşkıyla, Hazret-i Ebubekir’in “ağlayan ağlasın, ağlayamayan da ağlar gibi dursun!” hikmeti çerçevesinde, bu yükün altına kahramanca girmek lâzım... Ağlar gibi durmak; riyâ ve taklit üslûbu değil, niyet ve kasıt... Evvelâ bunu şuurlaştıralım... Evvelâ hâlisle sahteyi, doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini birbirinden ayırıcı olmak gereğini şuurlaştıralım.
Böyle bir şuurun oluştuğu yerde, her meselede, her yerde asıl ile taklit, mümin gözlere görünür... Üstadım’ın bir sözünü hatırlıyorum, der ki, “adamın bir hâli vardır ki, bellidir; iş gelir gelir, taklit imkânı olmayan bir yere varır!”... Sahici muhasebe mevzuunda beni, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesini gerçekleştirmek bakımından numune kabul edebilirsiniz... Aşina olduğunuz bir söz ama... Nasıl ki, şer’i hükümleri bilmek itikadın aynı değil ise, belirtilmiş bir hakikate yaklaşırken, hakikatin, onu muhasebe ve muhakeme eden namına görünen yanı var... Biraz sonra yeri gelecek: Dipsiz kiler boş ambar kuru kuru övünme değil, hakikate yaklaşma tavrını işaretlerken, kendindeki kıymeti büyüğünden göstermenin büyüklüğünü belirtme durumundayım... “O, onu dedi, bu bunu dedi” gibi mahalle dedikodusu değil, “delâil-i hâl”; hâl delilleri, hâlin delil olması.
Mevzuumuzun terkibî noktasını da böylece göstermiş oluyoruz; delâil-i hâl... Aranızdaki hukukçuların dikkatini çekiyorum, İslâm hukukunda mühim bir meseledir... İşkence ve Filistin meselesi üzerinde dururken, tabiî olarak işin bir yönü hukukî... Delâil-i hâl davası anlaşıldıysa, bedahet davası da anlaşılıyor demektir; bu da, bu konuşmada takib edeceğimiz usûl...
Bugünkü genç adamın çekmesi gereken ıstırabı, –davasını eşya ve hadiselere nakşetme ıstırabını yaşayan için söylüyorum–, bir bedahet hâlinde şu resme tercüme ettirebiliriz; bir yanda âlet, bir yanda düşünce... Bu iki uç arasında, iki yoldan Allah ve Resûlü davasında can verme liyakâtine erecek... Bir yandan topyekûn dünya irfan yemişine el atmanın çetinliğini yaşayacak ve arayacak, diğer yandan gücünü (eylem için gerekli şartları) temin edecek. Bunun temel ilke alınmasını kabul ettikten sonra, mizaç hususiyetlerine nisbetle sayısız işbölümü... Hemen söyleyeyim: Bu mevzuda dünyada size gösterilebilecek ve idealize edilecek hiçbir örnek yoktur!..
Fikir ve âlet arasındaki münasebet sırrını, yâni âleti fikre tâbî etme sırrını doğrudan doğruya kendi oluşunuza tatbik ederseniz, “bağlılıkta kendini ortaya koymak” gibi bir durumda olduğunuzu anlarsınız... Bizde bugüne kadar olan, ya evvelkini iptâl veya sahte tedâîlerle münasebet kurmadır; oysa iş nisbette... Çok ince bir dava: Semersiz eşeğin başıboş dolaşması veya koyun sürüsü topluluğu yerine, şahsiyetler topluluğu... Zaten İslâm, çerçevelediği ölçülerle insana, bağlılıkta kendini ortaya koymanın hudutsuz yolunu açan rejim. Hayatta iş işe, adam adama, mesele meseleye bağlı... Bunun iç yüzü var, dış yüzü var, içtimâî mânâsı, siyasî mânâsı var.
Size bunları söylerken, içime bir tatsızlık hissi çöküyor... Niçin?.. Söyleyeyim: Bizde büyük meseleler, eski eşya deposundaki sandıkta kilitli kalmış... Toplumumuzda bir düşünce geleneği yok... Bu yüzden de dışın dış yüzünden fikirler ve günübirlik lâflar, arz ve talep piyasasını oluşturuyor. Bir hayatı kahramanca yaşamak, sonra dönüp bir de kahramanca yaşamanın ne olduğunu bu piyasaya anlatmaya kalkmak, ne acı, ne acıklı, ne gülünç bir hâl!.. Üstadım bir “Noktalama”sında şöyle diyor:
— “Bu ne hâzin mesafe iki ten arasında, / Bir hâli anlatanla dinleyen arasında.”
Böyle bir vasatta olan şu, Üstadım’ın “ey genç adam neredeysen gel!” çığlığından misâl vereyim; öbürü dönüyor, “ey genç adam neredeysen gel!”, sonra öbürü, sonra öbürü, bir tekerlemedir gidiyor... Şimdi benim “kalk!” diye hitabettiğim adam, papağan gibi “kalk!” diyor, sonra onun arkasındaki... Ben “kalk!” dediğime göre, kalk; kalkamıyorsan, niye kalkamadığının izâhını yap, kalkabilmenin şartlarını temine çalış... Sizin nesliniz kendini ifâde etmek mecburiyetinde; her neslin bir ifâde şekli var... İşte GÖLGE, muazzam bir örnek... O militan tavır arkasından, bugüne kadar bir sürü palavradan kopyacı. Size çok güzel bir misâl: Meşhur Charlie Chaplin, birgün bir dostunun yanında arya söylüyor... Dostu diyor ki, “ben senin az çok keman çaldığını, piyano tıngırdattığını biliyorum; ama böyle güzel arya söylediğini bilmiyordum; nasıl yapıyorsun bu işi?”... Charlie Chaplin (Şarlo), cevap veriyor:
— “Çok kolay, bir büyük sanatkârı taklit ediyorum!”
İşte “taklit” ile, asıl ve şahsiyetin soyluluk farkı!.. İçime çöken tatsızlık hissinin sebebini anlatabildim mi?.. Anlatamadıysam, başından aşağı bir kova fikir suyu döküp de saçının tek telini ıslanmamış gördüğüm adamdaki tersine harikada benim suçum yok!..
Kaba mânâsıyla “işkence”, biliyorsunuz ki fizikî acı verme... Sırasında ruhî acı daha fena... Size canınızı acıtabileceğimi söylemiştim; ama bizimki, operatör neşteri ile katil bıçağı arasındaki farkı yaşatır bir yerde, şifâ dağıtır operatör neşteri... Nefs ağlarken ruh güler, ten ağlarken ruh güler; ruhun kurtuluşu için, nefs nuhasebesi, bunun işkencesi!..
“Arya” derken, iş müzik bahsine geldi... Konuşmamdan önce dinlediğiniz “pan fülüt”, yeri gelince vesile kılınarak mesele konuşulacak bir niyete dayalı tertib idi... Üstadım, bir velîden naklettiği sözle, “zifirî karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik” ifâdesini kullanıyor... Şimdi özellikle hukukçular dikkat etsin... Tolstoy’un “Kroyçer Sonat” isimli romanındaki bir kahraman şöyle diyor:
— “Nasıl ki bir adamı hipnotize ederek ona cinayet işletmek suç ise, kötü müziğe müsaade etmek niçin suç değil?”
İnsana belirsiz bir şekilde tesir edişinden müziğin... Büyük Doğu nizâmında radyo ve televizyondan Kur’ân’a aykırı tek nefes çıkamayacağına göre, güzeli çirkinden tefrik edici estetik idrakından ne haber?.. Ölçüyü biliyorsunuz: “Allah güzeldir, güzeli sever!”... Ama kaba ve ahmak, bunu şuurlaştıracağı yerde, işin iptaline gider ve “İslâm’da müzik yoktur!” der, kestirir atar... İşte şimdi buna benzer bayılacağınız bir kaba mantık örneği vereyim:
— “Bu köpek bir babadır... Bu köpek o adamındır... Öyleyse bu köpek o adamın babasıdır!”
Bu, dışyüz mantığının saçmalamasına bir misâldir... Kaba saba hüküm kesmeler ve ahmakların beslendiği yer bu noktalardır!..
Konferansın buraya kadar olan kısmını, size, kasden kâğıttan okudum... Çünkü en büyük zaafımız başlamak ve sonunu nasıl getireceğini bilememek... Baştan belirli bir plâna bağladığımı göstermek ve mazerete sığınmamak için... Size olan saygımı, mühimsediğimi göstermek için yazdım. İrticalen yapılan konuşmanın kıymeti ayrı; bir samimi havası var... Şimdi rahatça, çıkacak görüntüye nisbetle konuşabiliriz... Ancak şuna dikkatinizi çekeyim: Konuşmada parlak ifâdeden çok fikre dikkat ediniz...
Şimdi işkence davasına girebiliriz... Bizim tatbik ettiğimiz işkence, doğrudan doğruya “nefs ağlarken, ruh güler; ten ağlarken ruh güler” hikmeti içinde... Biz sizi bir yükün altına sokmaya çalışıyoruz, sizi acıtmaya çalışıyoruz; ruh kurtulsun, ruh gülsün diye... Bunun muhasebesi, muhakemesi gerçekleşsin diye.
İşkence... Kaba mânâsıyla işkence, herkesin bildiği gibi –tarifte hamaratlığa lüzum yok–, fizikî acı tatbikidir; bu fizikî acının dışında, sırasında ondan daha acı olan ruhî acı olabilir, şudur, budur... Bunu hukukî bahis olarak mahsus aldım. Biraz sonra Filistin mevzuuna girilince görüleceği gibi, işin hukuku ilgilendiren, Milletlerarası Hukuk’u ilgilendiren bir takım yönleri var. Konuşmamın başından beri geldiğim hususlar ise, bahisleri değerlendirebilmek için gerekli olan unsurlar idi, sizi tekrar ikaz ediyorum.
“Millet emrinde meclis, meclis emrinde hükümet, hükümet emrinde icra”... Bir devletin tabiî mantığı budur. “Tersine devlet ehramı” tesbitini hatırlıyorsunuz; Üstadım’ın belirttiği “tersine devlet ehramı”... Şöyle oluyor: İcra, âdeta icraya tâbî hükümet, hükümete tâbî meclis –sürü!– ve meclise tâbî millet... Bu çerçeve içinde baktığınız zaman, işkence davasında gayet gülünç neticeler ortaya çıkıyor. “Tersine devlet ehramı” tesbiti ile bakarsanız, icra, icranın keyfiliği, kendi üst makamına, kendi üst makamının bağlandığı yere, hükümete, meclise ve millete dolaylı yoldan tahakkümü ifâdelendirir. Bu mânâda da bizde garib birşey var; işkence iddialarından bahsedildiği yerde, işkencenin olmadığını hükümet mensubları söylüyor!.. Adam, işkencecinin kendi tepesine binmiş olduğunun farkında değil mânâ olarak!.. İzâh edebiliyor muyum? Burada hukukçuların özellikle bu matraklığa dikkatlerini toplamak istiyorum; işkencenin olup olmadığının müdafaasını yapmaktan ziyade, o vak’anın hukukî mânâda kendi tepesine binmek olduğunu anlayacak... Tersine devlet ehramı... Anlatabildim mi?.. Ve ortaya şöyle bir mesele çıkıyor: Eğer ben, “şu, şu, şu fiilleri gerçekleştiren adama, şu şekilde bir işkence tatbik edilebilir” diyen bir kanun maddesine göre hareket etsem, böyle bir kanun maddesi olduğu takdirde, yapılan işkence –dikkat edin, mesele konuşuyoruz–, hukuka uygundur... Burada ortaya bir matraklık çıkıyor; adam bir taraftan işkenceye karşı olduğunu söylüyor, –işkence hem yasak–, diğer taraftan da işkence davasının üstüne gitmiyor. Biraz önce, usûlümüzün bedahetlerle olduğunu söyledim... Şimdi hemen soruyorum size:
— “Türkiye’de işkence var mı, yok mu?”
Hemen cevab verin!.. (“Var, var!” sesleri)... Bu apaçık bir şekilde herkesin bildiği birşey... Ve adam utanmadan diyor ki:
— “Eğer işkence gören varsa isbat etsin!”
İsbatlılar bir yana, biz de şöyle diyelim onlara:
— “İsbat edilemez işkence nasıl yapılırmış, gel ben sana göstereyim!”
Burada bir namussuzluk çıkıyor ortaya: Adam balkona oturduktan sonra, aşağıdaki insanları bir obje, bir eşya gibi görüyor... Onun için aşağıdaki insanların bir kedi-köpek ölüsünden farkı yok!.. Adeta Roma’daki gladyatörlerin arenadaki boğuşmalarını kuruldukları koltuklardan seyreden adamlar gibi!.. Anlatabiliyor muyum?..
İşkence mevzuunda verdiğim bu inceliğe dikkat ediyorsanız, –ne kadar açık konuşuyorum–, eğer kanun maddesinde “işkence yapılır” derse, hiç kimse “işkence hukuka aykırıdır!” filân diyemez, hukuka uygundur... O zaman mesele şuraya varır: Acaba bu hukuk iyi bir hukuk mudur?.. Mevzuların nereye kıvrıldığına dikkat ediyor musunuz?.. “Acaba bu hukuk iyi bir hukuk mudur?”... Bunu sorunca şöyle bir tesbit çıkıyor karşımıza: Hukukla-vakıa, metinle-ruh, mevzuatla-tatbikat arasındaki fark, bugün bütün dünyada genişlemektedir... Dünyada birçok anayasa tamamen göstermeliktir; ve tarif ettikleri rejimin, memlekette olanla hiçbir alâkası yoktur, anayasa adeta mevcut rejimi gizleyen bir paravanadır... Burada da dava şuraya geliyor; bugün dünyanın hiçbir yerinde anayasalar vakıaya uygun değil... Bunun sebebi de nihayetinde, –mantığını yürüttüğümüz zaman–, “Mutlak Fikrin Gerekliliği” davasına çıkar... İzâh edebiliyor muyum?.. El yordamıyla hukuk olmaz!.. Bir zamanlar belirttikleri gibi, Roma Hukuku materyalist dünya görüşüne hizmet eder; bundan dolayı Almanlar, Almanlara has bir genel hukuk geliştirilmesini istemişlerdir... Bugün dünyadaki hukuksuzluk, hukukun tabiî yapısı içinde mevcut; bunu haber vereyim! Bunun tabiî izâhı şudur: İşi nihayetine yürüttüğünüz zaman görülecektir ki, ahlâk oluşmuyor... Hukuk ahlâkın pıhtılaştırılması ise, müeyyidelere bağlanması hadisesi ise, ahlâk oluşmuyor; ahlâkın oluşmadığı yerde, hukukun oluşmaması gayet tabiî birşey... Ahlâkın oluşmaması da, insanların, eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrını temsil edici hâkimiyetlerini yitirmiş olmasıdır... Netice, “Mutlak Fikrin Gerekliliği” davasına gider dayanır. Biz, işkenceye karşı olma naraları atanlara da burada hitab etme durumundayız: Bugün işkenceye karşı çıkarken eğer bunun hukuka aykırı olduğundan dolayı karşı çıkıyorsanız, haber verelim ki, biz doğrudan doğruya mevcut hukuka karşıyız... Bütün mevcut hukuklara!.. Biz “hangi hukuk?” sorusunun da cevabını bilenleriz!.. Öyle değil mi?.. Siz de bu düşünceye mensupsunuz zaten.
“Bedahetlerle konuşuyoruz” dedim... Notlarımı şöyle bir karıştırıyorum, size birtakım hatırlatmalar yapıyorum ki aradaki münasebetleri kurabilesiniz diye... “İslâm’a muhatab anlayış” davasının üzerinde durdum ve sizi böyle bir yükün altına davet ettim; hatırlıyorsunuz... Nefs muhasebesine davet ettim... Taklitçi olmamaya, fert olarak ve nesil olarak hâlinizin ifâdecisi olmaya davet ettim... Aksiyona davet ediyorum sizi... Bunlar işin yürümesi için şart olan bedihî hakikatler... Delâil-i hâl davasından tedaîlerle buraya kadar geldik.
İrticalen konuşacağımı söylemiştim... Çıkan görüntüye-resme nisbetle... İşte size şöyle bir tip çizdiler; sizin şöyle bir insan olmanız için ellerinden gelen herşeyi yaptılar, yapıyorlar... Biraz sonra bu görüntünün Filistin davasıyla olan alâkasını göreceksiniz. Filistin davası karşısında duyduğunuz teessürün geçici olmaması için, bir takım hâdiseleri hatırlatma zaruretini hissediyorum... Evet, bir “şen sıpa” tipi görüyorsunuz...
Genç hukukçulara bir hususu ikaz ediyorum: Her ne kadar Milletler Hukuku diye bir hukuktan bahsediyorlarsa da, böyle bir hukuk yoktur... Bunun üzerine gitsinler... Müeyyidenin olmadığı yerde hukuk olmaz... Doğrudan doğruya Filistin meselesi üzerinde söylüyorum bunu; şimdi geleceğim oraya... Birleşmiş Milletler Teşkilâtı... Gayelerinden birinci madde:
— “Milletlerarası barış ve güvenliği korumak ve bu maksatla barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve uzaklaştırmak ve her türlü tecavüz fiilini veya barışın başka suretle bozulması hâlini ortadan kaldırmak üzere tesirli müşterek tedbirleri almak. Barışın bozulması sonucunu verebilecek milletlerarası nitelikteki anlaşmazlıkların veya durumların düzeltilmesini veya çözülmesini adalet ve milletlerarası hukuk prensiplerine uygun olarak barış yoluyla gerçekleştirmek.”
Bizim burada bir yorumumuz var: Antlaşmanın 24 Ekim 1945 tarihinde yürürlüğe girmesini gözönünde tutarsak, o gün bugün arasında bu teşkilâtın sağa-sola teessüf iletmekten başka bir işe yaramadığını anlarız. Nasıl işe yarasın ki? Büyük devletlerin pazar yeri olmaktan başka, bunlara karşı, özellikle bunlara karşı, ense kaşımaktan öte isbat-ı vücudu mümkün değil. Büyüklerin Birleşmiş Milletler içindeki rolü de bunun yansımasından başka birşey değil; bunun için Güvenlik Konseyi’nin teşekkülüne ve karar alma şekline bakmak yeter... Şimdi çok dikkat etmenizi istiyorum:
Konsey 15 üyeden teşekkül etmiştir ve bunun 5’i daimi üye... Amerika Birleşik Devletleri, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği... Geri kalan bütün devletler de, bu Konsey’in üyeliğine 2 sene için seçilirler... Ne demek daimi üye ayrıcalığı?.. Ve usűl meseleleri dışında kalan meselelerde kararlar, daimi üyelerin hepsinin oyları dahil olmak üzere 9 üyenin olumlu oyuyla alınıyor. Böylece Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden biri işine gelmeyen bir meselede veto hakkını kullanarak, kararın alınmasını önleyebiliyor. Devletlerin, yönetim şekilleriyle anılmaları gibi, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nı “Domuzlar Diktatoryası” olarak anabiliriz.
Bahsi “Birleşmiş Milletler”e getirmem şu; 5 devlet dışındaki devletlerin büyük çoğunluğu oluşturması durumu, onların hâli... Al sana bir bez parçası - bayrak; vatan, millet, Sakarya... Onun dışında Doğu ve Batı blokları arasındaki çekişmede bunlara düşen rol, paryalıktır. Bunu açık bir şekilde ifâde edebiliriz... Aranızda bizi dinlemeye gelmiş olan pislik habercilere de (ispiyoncular) aldırmaksızın ifâde ederiz; iş gele gele bağımsızlık bahsine geliyor... Ne kadar bağımsızsın?.. Dikkat edin yalnız, hep “Filistin davası” üzerindeyim ve mesele oraya gelecek... Niçin söyledim “Birleşmiş Milletler Daimi Konsey Üyeleri”nin durumunu, şunu, bunu?.. Şunun için söyledim: Bugün İsrail’in ağabeyi Amerika ve Amerika’nın beşiğinde de Türkiye... Ve sizler Filistin’de İsrail’li askerlerin Filistin’li gençlerin kollarını bacaklarını taşlarla parçalayışını kınıyorsunuz... Nereye kadar?.. Istırabınızı devamlı kılmak ve her birinizden bunu şuurlaştırmanızı istiyorum... Âdeta, demin Hazret-i Ebubekir bahsinde naklettiğim “ağlayan ağlasın, ağlayamayan ağlar gibi dursun” hikmetindeki gibi, bunu yaşayan yaşasın, yaşayamayan da yaşamanın yollarını arasın... Şu ifâde şuurlaşsın:
— “Yâ Muntakim Allah, bizi intikamına memur et!”
İzâh edebildim mi? Ve çağından mesul müslüman olarak siz burada bir numune teşkil ediyorsunuz... Dünyada gördüğünüz her türlü haksızlık, bizim adam olamamamızdan kaynaklanmaktadır; bunun suçluluk duygusunu hissetmenizi istiyorum... Ve âdeta bir film seyrederken, birkaç dakikalığına oradaki hâdiseden müteessir olup, aradan üç gün geçince horul horul uyumaya başlayan insanlar değil... Kuru kuru karşı çıkmalar da değil... Dikkat ediyor musunuz bahisler nerelere geliyor.. Ve bugüne kadar bu milleti kandırdıkları bir hususu söyleyeyim size: Bugün Doğu ve Batı blokları arasında yer almış bütün ufaklıkların hiçbiri, göstermelik şekiller dışında hiçbir şahsiyete malik değildir... Anladınız mı?.. Haysiyetinizle oynamak istiyorum; daha doğrusu haysiyet duygularınızı ayaklandırmak istiyorum!.. Bugün bizim birkaç bin gencimizi heba ettiler sokaklarda, –dikkat edin–, heba ettiler... İşte “son bağımsız devletimiz” falan filân edebiyatı ile sümük mendili niyetine kullanıp, rejimi müdafaa ettirdiler, boşu boşuna ölüme yolladılar... Devamını getirmek istemiyorum... Anladınız!..
Aradaki fark, –Doğu ve Batı blokları arasında– şu kadardır, onu da size söyleyeyim: Biri, konakta işini bitiren hizmetçiye diyor ki, “gidip odanda yatabilirsin!”... Öbürü de hizmetçinin işi bittikten sonra onu kapının önüne koyuyor ve “hadi sen serbestsin!” diyor... Senin serbestliğin bu kadar. Ve dikkat edin: Dünyada, –Filistin meselesi hakkında bu kadar müteessirsiniz–, İsrail devletini ilk tanıyan devlet biziz... Yaser Arafat’ın bir sözü var, “Filistin’liler Abdülhamid’i hâlâ minnetle anarlar!” diye... Biliyorsunuz Abdülhamid’e şu kadar altuna yaptıramadığımızı onun hâllinden sonra gayet cüz’i bir miktara yaptırdık diye, Yahudi söylüyor; orada toprak almaları, yerleşmeleri, devlet olma yolunda ilk zemini hazırlamaları davası... Bugün dünyada müslümanların başına gelenler, biz millet olarak tarihî misyonumuzu kaybettiğimiz için, bizim yüzümüzden gelmiştir...
Ve konuşmamın başında söylediğim gibi, –işte aynı şu resimde gördüğünüz gibi mütalâa edebilirsiniz–, ufaklıkların hâli budur; maddede ve mânâda...
İşkence bahsi üzerinde duruyoruz ya... İslâmî bir incelik çerçevesinde bize tatbik edilen işkenceyi anlatayım: İnsan, nefs muhasebesini yerine getirdikçe, nefs üzerindeki tahakkümünü yerine getirdikçe, ruhu kurtulur... Bu mânâda da, zannedildiği gibi Allah insanı Cennet’e veya Cehennem’e sokmuyor; insan, Cennet’e veya Cehennem’e kendi ayaklarıyla gidiyor... Allah, Mutlak Adil’dir... Keyfilik yok... İzâh edebiliyor muyum? Mutlak Adil’dir ve bunun mânâsı da şudur: Mahkûmun fiilinin hâkimi bağlaması gibi, bizim fiilimiz O’nu bağlar... Bir misâl vereyim: Diyelim şurada bir hırsızlık hâdisesi var, ben hâkimim ve kanun maddesine bakıp da “bu hırsızlığın cezası üç senedir” dediğim zaman, o mahkûmun fiili benim hükmümü bağlıyor... İşte bu mânâda bizim fiilimiz Allah’ın hükmünü bağlar... Hani keyfî, sanki “sen bu tarafa git, sen öbür tarafa git” gibi değil... Sana, kurtuluşunun yolunu göstermiş; kurtulmak veya kurtulmamak kendi ellerinde, kendi ellerinle kendi ayaklarınla yapıyorsun... İzâh edebiliyor muyum? Bu çerçeve içinde, kurtuluş yoluna bakarsak; nefse acı gelen herşey ruhu güldürür ve ruhu güldüren herşey de nefsi ağlatır... Şimdi biz o kadar muazzam bir işkence içindeyiz ki, ruhun kurtuluşu gibi bir davada, –buradaki arkadaşları tenzih ediyorum; umumî görünüş itibarıyla, bedahetler hâlinde söylüyorum–, acı duyma ıstırabını bile unutmuşuz... İşkencenin şiddetine bakın!.. Sıkça verdiğim bir misâli burada tekrar edeyim: Okyanusta kayboluyor adam, ne tarafa gidecek?.. Bunun bir ıstırabı var; güneş tepeden yakıyor, açlık bir taraftan, susuzluk bir taraftan, yön yok, yol yok, pusula yok... Ve bunun korkusu içinde... Bir müddet sonra uyuşukluk başlıyor; açlığın getirdiği bitab düşme hâli... Bir müddet sonra dayanamıyor, deniz suyu içiyor ve çıldırıyor... Ondan sonra dünya güllük gülistanlık... Kendimizi suçlamayı bilelim: Nefsin kucağında o kadar rehavet içindeyiz ki, ruhumuz işkencede, işkence altında... Bize Cehennem’e giden yollar döşenmiş iken, bu statü uygulanırken... Kelimelere bazı şeyleri zedelememek için fazla yüklenmiyorum... Ama umurumda da değil, onu da söyleyeyim; “dinleyiciler”e –ispiyonculara– söylüyorum bunları... Evet, “dinleyiciler”in kim olduğunu biliyorsunuz değil mi? Umurumda da değil; kanun sınırını dikkate alırken, tavır konulacak yeri de bilmek lâzım... Yâni bir kısım ödlek ve ahmakların anladığı şekilde “kanun sınırlarına dikkat”, ihlâl etmeme gayesi değil, taktik bir davranış meselesi olarak bahis mevzuudur... Devam edebiliriz... Biz, içinde bulunduğumuz Kemalist rejimde, bu türlü bir işkence yaşıyoruz... Ve yine Necip Fazıl’ın bir sözünü aktarıyorum size:
— “Aslanlara atılan İsâ Peygamber’in havarileri, bugün bizim çektiğimiz işkenceyi çekmiş değillerdi... Biz, kendi ülkemizde bu hâle düştük; onlar ise yayılmaya çalışıyorlardı!”
Dikkat ediyor musunuz?.. Ve biz o hâle geldik ki, acı duyma melekesini bile kaybettik... İşte en büyük işkence!.. Ondan sonra ötesi aslında bunun kadar mühim değil; üç sopa vurmuş bilmem ne... Bu dediğim çok daha mühim... Bizim bu dünya ile beraber öteki dünyamıza da kast ettiler, kast ediyorlar... Anlıyor musunuz işkencenin derecesini? Kendimizi doktorca acıtmayı bilelim...
Ne hâle düştüğümüzü resimde de görüyorsunuz; bunu madde plânında da görüyorsunuz... Şimdi biz bunun mânâlarına doğru sarkalım ve mânâda da bu olduğumuzu görelim... Bir hâdise okuyorum:
— “5 Kasım 1959 tarihinde Amerikalı Yarbay Morrison, Çankaya’daki Amerikan Klübü’nden çıkarak arabasına binmiş ve farlarının zayıf oluşu yüzünden toplu hâlde yürüyen erleri zamanında göremeyerek onlara çarpmış ve bazıları ağır olmak üzere onbir eri çiğneyerek yaralanmalarına sebebiyet vermiştir. Kaza 19-19.30 sıralarında olmuş, yaralılardan biri kaldırıldığı hastahânede ölmüştür. Türk makamlarının olaya el koymalarından sonra Amerikan makamları kaza sırasında Yarbay Morris’in görevli olduğunu iddia ve bununla alâkalı bir belge sunmuşlardır.”
Bunlar zaman içinde değişiyor, şudur, budur... Bu hâdiseyi şunun için aktarıyorum size: Tarih 1959... Dikkat edin: Biz, müslümanlar olarak, hiçbir zaman bu meselelere sahib olacak bir şuur belirtemedik... İşte fikir, işte ilim, işte bilmem ne mevzuu; bunlar bizim meselemiz değil mi?.. Burada adam bir suç işliyor, görev sırasında ve onunla ilgi içinde ise, vazifeli ise, bizim makamlar bakamıyor; vazifeli değil ise bizim makamlar bakacak, fakat ortada öyle bir keyfilik var ki, buradaki Amerikalı yetkili “o vazifelidir!” dedi mi, bizimki devreden çıkıyor... Ne vazifesi?.. Amerikan Klübü’nden çıkmış, sarhoş, farları bozuk, 11 tane eri çiğniyor, birini öldürüyor, “vazifelidir!” dediler, kurtuldu!.. Niye bu tip haksızlıklara karşı çıkamadık bu zamana kadar, müslüman olarak?.. Adeta bulunduğumuz evdeki eşyaya tahakkümümüzü o kadar kaybetmişiz ki, şurada hangi koltuk, hangi masa vardı, yerliyerinde mi, bizim mi, değil mi haberimiz yok... Milletlerarası hukuk olmadığını söyledim size; hukukçuların dikkatini çekiyorum... Misâl olarak söyleyeyim: İkili anlaşmalar falan bir takım davalar var, bu tip anlaşmalarda her zaman kuvvetli devletler kârlıdır, onların reyleri geçerlidir... Milletlerarası “karasuları meselesi”ne bakalım; biraz önce tedâilerden gideceğimi belirttim... Karasularını düşünün; sınırlarının arttırılıp, arttırılmamasını... Şimdi büyük devletler, karasuları sınırlarının dar tutulmasını istiyor, çünkü güçlü kuvvetli ve karasuları ne kadar dar olursa –ondan artan– uluslararası sular statüsündeki kısımlara rahatça girebilecek... Genel düzenlemelerde her zaman onların dediği oluyor; bunu da haber vereyim... Yavşak devletlere düşen iş, –haysiyetinize dokunuyorum–, sadece bunların kuvvet dengelerinin kesiştiği yerlerde sığıntı yaşayışlar... Hani “Filistin” filân diyoruz ya, işte bundan fazla birşey beklemeyin; bir takım kınamalar, resmî kınamalar, âdet yerini bulsun hesabı lâftan ibaret kınamalar... Zaten Filistin’de şurda burda olanlar, bizim adam olamadığımızdan oluyor.
Şimdi bir başka maskaralığa dikkat çekeyim... Afrika’da açlıktan kırılan insanların hâlini biliyorsunuz... Arkadan bir şarkıcı çıkıyor, bir takım yardım malzemeleri ve paralar topluyor; oldu Afrika halkına yardım... Burada insanca bir duygu var diyorsunuz değil mi? Şimdi o yardım toplanmasın demiyoruz... Dikkat edin, o yardım toplanmasın demiyoruz, ama işin hakikati şu:
— “Günümüze kadar hümanizm, ya dinin yerini alacak bir sistem olmuş veya herhangi bir dinin desteğini alarak varlığını korumuştur. Benim inancıma göre hümanizm, dinin güçlü olduğu devirlerde çok başarılı olmuştur!”
Dikkat ediyor musunuz?.. Bir Batılı’nın kitabından okuyorum bu “insancıllık” davasının mahiyetini... Dinin tabiî yapısında var insancıllık... Ve devam ediyor:
— “Dinsiz hümanizm veya zamanının inanışına karşı gelmiş olan hümanizm ise yıkıcı olmuştur; çünkü tahrip ettiği değerlerin yerine koyacak yeni bir sistem kurulamamıştır!”
Bu türlü hümanizme misâl de, şu homolara bakış şekli... Hani şimdilerde moda olan, onlara bir insanca(!) yaklaşım var ya; şefkatli!.. Niçin bu bahse temas ettiğim meselesine gelince: Biliyorsunuz ki, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde, Filistin’de meydana gelen hâdiselerden dolayı bir takım kınama sesleri geliyor... Afrika’yı mahveden Batı, şimdi oraya dört kamyon yiyecek gönderince iyilik de onlara kalıyor yâ, o hesab... Fakat aslı şu: Benim evimdeki aşı kazanla götürüyor, arkasından bana kaşıkla veriyor... Oldu Afrika’ya yardım, Filistin’e arka çıkma.
Bu bakımdan, hümanistlik numaraları bir yana, işin aslında, Filistin’lilerin cesetleri üzerindeki parmak izlerinde Batı’yı, Batı’nın suçunu gördüğümüzü belirteyim... Bunu da delillendirmek istiyorum... Milletlerarası Hukuk’ta, “en ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydı” diye bir bahis var; en ziyâde müsaadeye mazhar... Elimdeki ders kitabını yazan adam, biraz ilmî olayım diye çok karmakarışık etmiş hadiseyi; bu da bizim ilim adamı geçinen çevrenin zaafı... Ben size gayet basit olarak açıklayacağım... Şimdi iki tane devlet var; A ve B devleti... Bu iki devlet birbirleriyle anlaşma yapıyorlar ve maddelerden biri “en ziyâde müsaadeye mazhar” kaydını taşıyor... A, en ziyade müsaadeye mazhar millet diyelim... B devleti C devleti ile bir anlaşma yaptı ve C devletinin A devletinden fazla avantajları oldu; bu durumda A devleti C devletinin faydalandığı haklardan aynen faydalanıyor... Şimdi kitabtan takib edelim:
— “En ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydının kökleri de Avrupa Kamu Hukuku’dur. Gerçekten de Avrupa’nın gelişmiş devletleri, çeşitli kıtaların çeşitli ülkeleri üzerinde hâkimiyetlerini kurmakla yetinmemişler, bunlar dışındaki ülkeleri ve milletleri de sömürmekte bir diğerinin arkasında kalmamak için, anlaşmalara “en ziyâde müsaadeye mazhar millet” kaydının konulması usûlünü getirmişlerdir.”
Bu meseleden önce birşey söyleyeyim size; anlaşmalara dış yüzünden bakmamanız için... Meselâ, Kanunî Sultan Süleyman Fransa’ya kapitülâsyonları verdiği zaman, bizim kuvvetli dönemimizdi, bize yarıyordu; sonra işler tersine dönünce aleyhimize oldu... Bunun gibi, “karşılıklı haklar” vesaire şeklindeki davalarda iş umumiyetle kuvvetlinin lehinedir; lehine olmadığı zaman zaten anlaşmaya yanaşmaz... Ve “en ziyâde müsaadeye mazhar millet” davası; bakın iş nasıl maskaralaşacak... Dikkat edin:
— “Amerika Birleşik Devletleri ile Fas arasında yapılan 1886 tarihli bir antlaşma vardır. Bu antlaşma “en ziyâde müsaadeye mazhar millet” kaydını kapsamaktadır. Bu kayda dayanan Amerika Birleşik Devletleri, Fas’ın diğer devletlerle yapmış bulunduğu antlaşmaların kapitülâsyon rejimi ile ilgili hükümlerinden faydalanmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri ile Fransa arasında uyuşmazlık mevzuu, konsoloslara tanınan yargı yetkisidir. Fas’ın konsolosların yargı yetkisi mevzuunda tanımış olduğu en geniş haklar, 1856 Büyük Britanya ve 1861’de İspanya ile aktolunan antlaşmaları görülmekte ve Amerika Birleşik Devletleri en fazla müsaadeye mazhar millet kaydı gereğince bunlardan faydalanmaktadır...”
Kısaca şu... Bahsi onun için buraya getirdim... En ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydından zaman içinde devletler rücû etmeye başlıyor; ben bıraktığıma göre tabiî olarak ona da bırakmak düşüyor... İki devlet arasında uyuşmazlık uzadığından ve çözülemediğinden, iş Milletlerarası Adalet Divanı’na geliyor, falan... Şimdi şu vahşî mantığa bakın, Amerikanın savunduğu teze:
— “Fas gibi memleketlerle yapılan antlaşmalarda en ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydını çeşitli ilgili devletler arasında fark gözetilmeksizin eşit muamele yapılmasını sağlayan ve bunu sürdüren bir araçtan çok, bir metnin referanslarla kaleme alınması usûlü saymak gerekir.”
Bu karıştırılmış ifâdede, diplomatik nezaket veya diplomasi dili gibi sebeblerle doğrudan belirtilmeyip de dolaylı olarak belirtilen husus şu; diyor ki, “Fas gibi müslüman olan ülkelerle yapılan antlaşmalarda, en ziyâde müsaadeye mazhar millet kaydı, birinin bırakmasıyla bırakılmaz”... Yâni bu ne demek biliyor musunuz?.. “Sömürgeden sen çıktıysan ben de çıkacak değilim yâ!”... Anlatabildim mi?.. Sonra netice şu oldu, bu oldu; netice hiç mühim değil!.. Bu muhakemeyi anladınız mı? Mantıklarını anladınız mı?..
Şimdi Filistin davası... Filistin Kurtuluş Örgütü etrafında... Bir eserden okuyorum:
— “1947-1967 Haziran’ındaki 6 gün savaşına kadar Siyonizm’in siyasî saldırısı İsrail devlet yapısının Filistin topraklarına yerleşmesini sağlayarak, bu toprakların asıl sahibi olan halkı göçmen kamplarına sığınmak zorunda bıraktı. O vakitten beri bütün Yakın Doğu, fırtına bölgesine girmiş bulunuyor. Saldırı Mısır’ın kalbine yönelmişti... Fakat Filistin halkının uğradığı bir milli felâket, silâhlı bir milli kurtuluş hareketine yol açtı ki, bu hareket Arap milli hareketlerinin devrimci bir nitelik almasına öncülük etti.”
Burada bir incelik var: “Devrimci bir nitelik almasına öncülük etti”... Sizin de gayet rahat hatırlayacağınız hadiselerden bu; “solcu müslümanlarla, sağcı falanjistler bilmem ne yaptılar!”... Taarruz Batı’dan geldiği için, mücadelelerde İslâmî bir sistem anlayışı geliştirilemediği için, derhal Batı’ya reaksiyon hâlinde bir takım örgütler türüyor ve bunlar kendilerini ifâde çaresi olarak marksist örgüt... Size söyleyeyim, bunlar kaynakta marksist değillerdir; reaksiyon olarak marksisttirler... Aynı, Türkiye’de, İslâm’ı ırkçılıkla çorba ettikleri için, (Türk-İslâm sentezi kakavanlığı), bir takım adamların Doğu bölgesinde bir takım –rejimden kaynaklanan– haksızlıklara karşı olmak bakımından marksizme kaymaları gibi... İzâh edebiliyor muyum?.. Bugünkü Filistin hareketinde görünen odur; iş halk hareketine döndüğü zaman, köklerindeki İslâmî niyetler ortaya çıkıyor.
Anlattıklarımdan, fikir zaafı, dünyadaki müslümanların fikir zaafı kendiliğinden görünüyor... Daha önce de, Afganistan’da –Pakistan’da da olabilir– müslümanların, “müslüman marksistler” diye örgütlenmeleri gibi, bir sistem olmadığı ve hareketini bir sisteme dayayarak yürütmek zarureti bakımından, marksizme sığınmaları gibi... Şimdi bunun daha başka türlü şekilleri tezahür etti: Sovyetlerin işgalinden sonra (Afganistan’ı), bu sefer yine tam İslâmî bir hüviyet koyamamakla beraber, İslâmî niyetle ama yine pek ne istediğini, ne dediğini anlatamayan, savaşan insanlar... Biraz önce dikkat ettiyseniz, size bir söz söyledim; dedim ki, “dünyada size idealize edilecek ve gösterilebilecek bir örnek mevcut değil!”... Ve bugünkü genç adamın ıstırabının nerelerde olduğunu size resimde gösterdim: Bir yanda âlet (silâh), öbür yanda fikir... Ve bir harekette fikrin dozu düşmeye başladığı ândan itibaren, hareket kendi kendini gayeleştirince, mânâsızlaşır... Siz bu çileyi yaşamakla yükümlüsünüz... İzâh edebildim mi?.. Aynı ânda bir sürü işi gerçekleştirmek gibi bir zorluk altında, bir kahramanlık; bu, büyük kahramanlık... Bu yükün altına girmek büyük kahramanlık... Bu yükün altına girecek kahraman olmaya namzetsiniz!..
Evet, bu, türlü boş hareketleri gösteren resim... Balon ve üzerinde Libya lideri Kaddafî’nin çehresi... Şimdi, dava, Kaddafî’yi kötülemek değil, mânâya dikkat çekmek ki şu: Fikir olmadığı zaman ne hâle düşüleceğinin en hazin örneklerinden biri bu bahistir... Petrolü satıyor, 200-300-500 parasını veriyor ve uçak alıyor... Ondan sonra, uçağı satan ülke buna yedek parça veya lâstiğini vermediği takdirde, şu kadar milyar gitti gürültüye... Yâni, sahte güç, kuru caka ne demek anlatabildim mi?.. Amerika’ya gûyâ kafa tutması filân hep bu temelsizlik içinde... Başka bir misâl: Adam öbürüne füze atmak için, sattığı petrolün parasını verip füze alıyor... Satan adam, işine geldiği yere kadar verir, işine gelmeyen yerde vermez... İran Şahı’na yaptıkları hâdise: Ortadoğu’nun en güçlü silâhları Şah’ta idi, fakat o kadar basit bir hile ki, orada uçağın değişmesi gereken cıvatası yollanmasa, gitti gürültüye... Bunları şunun için söylüyorum; insanları bir takım hareketlere yöneltirken, orada vasıtalar gayenin yerini alıyor ve iş gide gide top peşindeki insanların birbirini taşlaması gibi bir mânâsızlığa dönüyor... İzâh edebiliyor muyum?.. Gücü idealize ederken, eğer dış oluşu iç oluş destekleriyle beslemediğiniz takdirde olabilecek olan budur... “Jeni”den gelmek lâzım, sistemden gelmek lâzım, fikirden gelmek lâzım, bunun için de şuurlu olarak bunun ıstırabına girmek lâzım; düşünen, taşınan, arayan, çırpınan, yırtınan insan tipi... Anladınız; gücü idealize ederken bir takım Patrona Halil davranışlarını idealize etmiyorum... Ve deminki sözümü destekleyen, Batı karşısında marksizmi seçiş bahsine misâl:
— “Meselelerimizin büyüklüğünü kavramanızı istiyoruz; çünkü biz, kökleri Avrupa’da 20. yüzyılda emperyalist hareketinin tâ göbeğinde bulunan bir siyonist örgütle boğuşmaktayız. Şimdi siyonizm, emperyalizmin en saldırgan bir şekline bürünmüştür. Başlıca amacı bir halkı, bir memleketten tamamıyla söküp atarak yerine başka bir halkı yerleştirmektir...”
Sözüme çok dikkat edin; “Siyonizmin saldırısının ahlâkî sorumluluk bakımından Nazi cinayetlerini gölgede bıraktığını” belirten, bizzat tarihçi Toynbee... Bizde ne oldu? İsrail’li askerlerin Filistin’li gençlerin kemiklerini taşlarla kırması televizyonda üç gün gösterildikten sonra, halkımızda yükselen tansiyonu pörsütmek için öbür kanalda “Yahudiye yapılan zulüm” diye film gösterdiler... O namussuz gazetenin “irtica hortluyor!” diye yayını...
Şunu da haber vereyim size: 1956-1957 tarihlerinde Amerika’nın Türkiye’de bulunan bir görevlisinin verdiği rapor var, onda diyor ki, “Tükiye’de artık Amerikan politikası doğrultusunda hareket edecek olan Amerikan tipi politikacı yetişmiştir, dışarıdan müdahaleye lüzum kalmamıştır!”... Anlatabildim mi arkadaşlar?.. Ve bugünkü politikacı tipini biliyorsunuz; gönüllü Amerikan uşakları... Ve bizim müslümanları tavlamaları çok kolay; adam iki kere camiye girdi mi, “namazında niyazında da, sakalı da var da” bilmem ne... “Amerikan politikası doğrultusunda hareket edecek politikacı tipi yetişmiştir, artık müdahaleye luzüm yoktur” diyor adam; biz kendi kendimize yetiyoruz... Politikacı tiplerine bakın yeter!..
Bütün bunların tabiî neticesi olarak, gençler kendilerini nerede arıyor; sokak çeteleri, liselilerden çeteler, bilmem ne... İzâh edebiliyor muyum?..
Şimdi dikkat... Ben, Allah rızası için uğraşırken öldürülürüm; şehidim... Bir de kumar kavgasında öldürülürüm; gitti gürültüye... Ne oluyor?.. İş öldürmede, öldürülme fiilinde değil, niyette... “Dava fiilde değil, niyette” diyorum; öyleyse “herhangi bir bahane altında” öldürülen her insan murdar gitmiştir... Yâni, “emir kulu” bilmem ne diye bu rejimi korurken filân... Allah’ın emir kulu ol!.. Size bir inceliği söyleyeyim: Bir müslümana, müslüman olduğu için saldıran adam, kâfirdir!.. Emir kuluymuş; insanda bir mukavemet payı olur... Anlatabildim mi?.. Ben, emir kulunu bilmiyorum, Allah’ın emrini ve O’nun kulu olmayı biliyorum, tanıyorum!..
Evet... Buradan okudum, görüyorsunuz; “Siyonizmin saldırısı ahlâkî sorumluluk bakımından Nazi cinayetlerini gölgede bırakmıştır” diyor... Düşünün ki, böyle vicdanını fıkırdatmış hâdiseler... İnsanda bu “vicdan” denen meleke var ya, zerre kadar da olsa, ne olursa olsun bir yer gelir, o hâl insanı müteessir edebilir... Ve işte bu çerçeve içinde, Filistin’e ilk yerleşen Yahudiler’den birinin orada yapılanlar karşısında duyduğu teessürü ifâde eden bir mektup... Nathan Chofshi’nin 1959 Şubat ayında News Jewish News-letter gazetesi başyazarına gönderdiği mektuptan:
— “Olup bitenleri size ancak biz, Filistin’de yerleşmiş olan eski Yahudiler anlatabiliriz; savaşın şahitleri olarak biz Yahudilerin, Arapları köylerinden, şehirlerinden ayrılmaya nasıl zorladığımızı ancak biz söyleyebiliriz size. Bazıları silâh kuvvetiyle uzaklaştırıldı; bazılarını da aldatarak, yalanla, boş vaadlerle kandırarak topraklarından ayırdık. Arapların bu şekilde terk ettiği yerlere örnek olarak Yafa’yı, Lida’yı, Akra’yı gösterebiliriz... Burada, toprakları üzerinde 1300 yıl yaşamış Arap halkı var; şimdi biz geldik, bu Arapları zavallı göçmenler hâline getirdik. Bu yetmiyormuş gibi hâlâ onlara iftira etmeğe, şaşırtmaya, adlarını kirletmeğe cesaret ediyoruz. Yaptığımızdan utanıp yerin dibine geçecek yerde ve yaptığımız kötülüğün etkisini gidermek için birşeyler yapacağımıza, bu zavallı göçmenlere yardım edeceğimize, korkunç hareketlerimizden keyif duyuyor ve hattâ bununla övünüyoruz!”
Şimdi bu mesele bana hemen şunu hatırlattı: Bugün İngiltere’nin Libya’daki 3-5 teknisyeni rehin tehdidi altında kalınca, İngiltere derhal dikiliyor... “Britanya İmparatorluğuna bağlı vatandaşların güvenliği” filân diye... Birleşmiş Milletler Teşkilâtı Genel Sekreteri Kurt Waldaym hâdisesini de biliyorsunuz: Nazi savaş suçlusu idi, bilmem ne... Peki Filistin’de öldürülen insanların savaş suçlusu kim?.. Bir seferde 30-40 bin insanı öldürülen ülkeler?.. Bunun arkasını arayan kim?.. Niye Afganistan’da öldürülenlerin arkasında kimse yok?.. Bugün Filistin halkına yapılan işkence, Filistin halkına soykırım tatbik edilirken, bunların savaş suçluları nerede?..
“Birleşmiş Milletler Teşkilâtı” diyorduk... Demin size, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün tebliğini okuyordum; “Birleşmiş Milletler’in aldığı kararların hiçbiri, Amerika’nın veto etmesiyle uygulanamıyor” diyor... Hani, “Domuzlar Diktatoryası” dedim yâ...
Dikkat edin, –biraz vicdanı olan dayanamıyor–, ünlü Yahudi psikolog Erich Fromm şunları söylüyor:
— “Sık sık Arapların kaçtığı, isteyerek topraklarını aldırdıkları ve bunun için de evlerini barklarını kaybetmelerinden kendilerinin sorumlu olduğu söylenmektedir. Devletler Umumî Hukuku’nda aynı derecede doğru bir prensip daha vardır ki, buna göre bir memleketin yurttaşları ne mal, ne mülklerini, ne de yurttaşlık haklarını kaybetmezler; ve Filistin Arapları, bu hakka Yahudilerden daha lâyıktır...”
Vesaire; böyle gidiyor... Ayran kabartma durumunda değilim; sadece sizi mesuliyete davet etmek gibi bir yerde konuştuğuma göre... Yaser Arafat’ın sözünü söyledim:
— “Bugün Filistin’liler Abdülhamid’i minnetle anarlar!”
İsrail’i tanıyan ilk devlet olma suçunu taşıyoruz, demiştim; bu devlet bizim mesuliyetimiz dairesinde... Bugünlerdeki resmî kınama-mınama da, İsrail’in ağabeyinin müsaade ettiği kadar... Dümdüz söylüyorum!.. Ve, “ben bunu, şunu yaparsam, çorap satarım, ondan da petrolü ucuz alırım” cinsi hesaplarla, Ortadoğu’da şirinlik politikası... İzâh edebildim mi?.. Bugün bizim, Yunanistan’ın bilmem kimin göstermiş olduğu kınama tavrından farklı bir durumumuz yok... Sen, lâfta değil de fiilde kendini gösterebilmelisin; bunu devlete söylüyorum!.. Bunu söylerken de, bazı sahteliklere yol açmak istemiyorum; “oraya müdahele et!” filân gibi... O da hesab-kitab işi ve senin gücün belli... Palavraya lüzum yok!.. Hani arasıra bizi pohpohlamak için, “NATO’nun bilmem kaçıncı gücü” diye bir takım lâflar söylüyorlar yâ... Ayrı bir parantez açarak bildireyim: Dünyada, süratli savaş bakımından, teknik bakımdan, iyi savaşmak bakımından birinci sırada İsrail’dir... Bu bir kelle hesabı işi değil... Meramımı anlatabildim mi?..
Burada başka bir hususa geçeyim... NATO’nun yayınladığı bir bültende, bizim gücümüzün ancak savaş sonrasında işe yarayacağı söyleniyor... Bunun Türkçesi nedir biliyor musunuz? Adam geldi buraya bir bomba attı ve burası yıkıldı; meydana gelen moloz yığınını kaldırmak için amele lâzım... Bizim gücümüz de bu... Anlatabildim mi?.. Türkiye bütçesinin üçte birini götüren bir hâdise, iktisadî bakımdan da belimizi kıran bir hâdise olmasına rağmen, Çin ordusunu andıran kuru sayı çokluğu muhafaza ediliyor!..
İktisadî mânâ ve... Soyguncunun kendini korumak için evin çocuklarını rehin tutmaktan farklı olmayan işler... Rejimi ayakta tutma tezgâhı... Neyse... Kısaca; öyle “gideriz, Filistin’i kurtarırız” falan palavrasına yer yok... Ama şu olabilir; sahip çıkıldığını gösterici maddî yardımla birlikte, çok daha cüretkâr tavır konulabilir... Ama niçin konulamayacağını söyledim... Zaten öyle bir niyet olsa, bunları yapabilmenin şartları aranır... O şartları arzulayanlar, yâni bizlerin gerçekleştirmesi gereken iş, birilerinin (düzen kocabaşlarının) cebine biraz harçlık, bir daha dönmemek üzere doğru gezmeye yollamak... Anlatabildim mi?..
Evet; gördüğünüz resim, Özal iktidarının... Seçim davası bana, Sıddık Sami Onar’ı hatırlattı; Ordinaryüs Profesör... Aranızda Hukuk Fakültesi’nden 20-25 sene öncenin talebesi var mı bilmiyorum; o söyleyeceklerimi tasdik eder... Ömrümde, Allah’ın insandan bedahet duygusunu kaldırınca ne hâle düşüleceğini bana bu kadar net gösteren adam olmadı... O kadar korkunç bir hâl ki, suratına baktığım zaman, Mısır Firavunlarının taştan heykelleri gibi, mumya gibi ruhsuz; mide bulanmasına benzer bir tiksinti veriyor... Düşünün, adam 80 yaşın eşiğinde, o suratla müstehzi, Şeriatla alay ediyor!.. Ve bir sene sonra inanmadığı âleme gitti... İşte onun bir sözü var: 1960 Anayasası hazırlanırken, “demokrasi şudur, budur” gibi bahisler geçerken, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi sözkonusu olunca diyor ki, “Cumhurbaşkanı’nı halk seçsin de, ondan sonra başımıza Saidi Nursî gibi bir adam mı geçsin?”... Sana ne? Öyle değil mi? Madem ki “millet iradesi” diyorsun... Yaptığı edebsizliği görüyor musunuz?.. Bunun ıstırabını çekmenizi istiyorum!.. Aradan şu kadar sene geçti, o hâdiseler yeniden gündeme geldi, fakat bir farkla; bu zaman süreci içinde, aynı Amerika’lı adamın söylediği, “Türkiye’de Amerikan politikası doğrultusunda hareket edecek politikacı yetişmiştir” hakikati gibi, tamamen hüviyetini kaybetmiş ve geçmişin ıstırabını ve hatırasını unutmuş bir nesil çıktı ortaya... Araya bir bölünme gelmiş... Hele şu son gençlik; şu memlekette uygulanan mânevî kıyımın kıyasına bile, şuuruna bile malik değil... Şu 1980 Eylül... Bundan sonra Cumhurbaşkanı’nı halkın seçeceği bir seçim olursa, bizim “şen sıpa” dediğimiz soyun seçeceği tip ne olursa o olur diye hesaplıyorlar; tehlike kalktı!..
“İşin hatırası bile kalmadı” diyorum size; düşünün ki Filistin hâdisesi karşısında ne kadar müteessir oldunuz... Oysa burada, –Türkiye’de–, insanlar işkence ile, dayakla öldürülmüş, kaburga kemikleri, kol ve bacakları kırılmıştır; müslümanlara yapılanların haddi hesabı yokken, ne arayan ne soran... Eski “Büyük Doğu”larda bu hâdiseler ve tutulmuş raporlar yayınlanmıştır... Bugünlere gelinirken, yapılan işkence ve katliamların hatırası kalmadığı gibi, onun ıstırabı, “intikam duygusu” da unutturuldu; düşünün işkencenin şiddetini!.. Ve bugünkü gençliğe onun ıstırabını duyurmak bile hâlli gereken bir mesele olarak duruyor karşımızda... Şimdi bütün bunlara rağmen, çok olumsuz duygular içinde değilim... Şu bakımdan değilim, –bunu bütün kalbimle söylüyorum–, buradaki arkadaşlara bakarak; sizden güç bularak... Şunu rahatça söyleyebiliriz:
— “Madem ki biz varız, öyleyse bu dava var! Öyle mi arkadaşlar?”
(Hep bir ağızdan “öyle!” cevabı.)
Resimde Özal’la gösterdiğimiz iktidarın gücü, bir bakıma bir mumya... Bu bütünlüğü buradan alıp şuraya koymaya kalksanız dağılıverecek; ufalanıverir gider... Bu türlü sahte dengeler içinde; ama ne kadar dik duruyor değil mi? Sıhhati mumya kadar... Bu resim Özal için 5 sene önce çizildi; bugün sadece o destek veren adam şapkaları değişti... Miğfer, melon şapka karışımı... Melon şapka mânâsını biliyorsunuz... Vakıa bundan ibaret!..
Ve bu resimde de, bizim ruhumuzdan midemize kadar yakalandığımız hususu gösteriyor; Batı’dan beklediğimiz, –daha doğrusu dilendiğimiz– yardım davası... Burada şöyle birşey var, –yine haysiyetinize hitab etmek istiyorum–, iş ne hâle geliyor dikkat edin... Birkaç sene önceki bir hâdisedir: Bizim “yardımı çoğaltın, biraz daha hibe yapın” tavrımıza karşı, Amerika’lı elçi diyor ki, “ne kadar yardım yapacağımızı size mi soracağız?”... Adam artık diplomatik nezaketi falan bir tarafa bırakıp âdeta at uşağını azarlar gibi, “size mi soracağız” diyor... Öyle ya; dilenciye ne kadar sadaka verileceği, dilenciye sorulmaz ki!.. Ne verirse onu alırsın!.. İzâh edebiliyor muyum bu hakaretamiz tavrı?.. Burada yine hukukçuların dikkatini çekiyorum; dış gücün gelip çöreklenmesi, üs tutması bakımından, dünyanın en beleş ülkesiyiz... Doğrudan doğruya toprak kiralasaydık bile elimizi öptürürdük... Haber vereyim: NATO’ya masraf bakımından adam başına usûlüyle en ucuz asker de bizde!.. Arada gayet komik bir hâdise: Şu tarihte, –ne kadar şereflendiğimize dikkat edin–, albay rütbesinde bir Amerika’lı geliyor diye, Ankara’da stadyumda gösteri tertipleniyor... Görüyor musunuz parya psikolojisini?.. Yamyamlar bile yapmaz bunu... Ve bütün bu hâdiseler olurken, müslümanlar bunlara sahib çıkmayı ıskalamışlardır... Burada gayet rahatlıkla ifâde edeyim ki, 1975 Gölge’nin çıkışından önce bir “hareket sistemi”, buna nisbetle tavır koyma diye birşey yok; “gönlümüzü düzeltirsek, canımızı bilmem ne yaparsak, gönül eri bilmem neyiysek”... Burada, sahte iyi niyet bir yana, ahmak iyi niyetin de kötü niyetten daha kötü olduğunu idrak edin diye söylüyorum... Ki ben, bunların ahmakça da olsa iyi niyetten kaynaklandığına inanmıyorum; güdücüler bakımından... Niyet hep mevcudun devamı, kendilerinin varlık şartı. Aslında bir insan hem müslüman olsun hem ahmak olsun, bu mümkün değil; müslüman, Allah’ın nuruyla nazar eder... Ahmak olduğuna göre?.. Kuru mantığa lüzum yok... Burada, hem olmamız gereken bir husus var, hem de tavır alabilmek için takınmamız gereken ölçü... Deminki hadiseyle ilgili irticalen konuşuyorum: Almanlar, bütün savaş tazminatının silinmesi pahasına, kendilerine has postal ve miğferin hem de karşı taraf malzemeyi bedava verecekken, değiştirilmesini kabul etmemiştir... Bu tip işlerde, –ne demek istediğimi anlıyorsunuz–, hesabı, kitabı yapılmadan, bir muhasebe yapılmadan, bunun idrakının gerekleri düşünülmeden, bizim gibi “değişimlere” giren hiçbir ülke yoktur... Onun hukukî, içtimaî, siyasî vesair neticelerini hesaplamayan...
Şimdi şu resim... Alâaddin’in lâmbasından çıkan dev, cin, gibi; görüyorsunuz Batı’lı tipi, kıyafeti var... Batı, gűya sihirli lâmba; maymunların gözünde... Bu resmin bende bir hatırası var; duyunca çizdim... Biliyorsunuz, gidiyor (Kenan Evren) şöyle bir makinelere falan bakıyor, “sayın bilmem ne incelemelerde bulundu!” diye haber oluyor... Aval aval bakıyor; neyi inceliyorsa!.. İşte bunun gibi, bazı iktisadî meselelerde ona öğreterekten –adı bilgi vermedir, ama değil; bilgi, o işten anlayana verilir– bir takım şeyler anlatılıyor, bu da o işten bîhaber ya, züğürtlüğünü örtmek için hemen soruyor:
— “Bu iş Batı’da nasıl yapılıyor?”
Şöyle oluyor, böyle yapıyorlar, diyorlar... “Tamam öyle olsun!”... Görüyor musunuz ne gülünç!.. Bu adamın milyarlarca liraya malolan böyle fikir yürütmeleri var ki, insanın aklı şaşar... Bunun üzerinde daha fazla durmuyorum... Evet; sihirli lâmba davası... Bu resmin altında şöyle bir yazı olmalı: “Yine ne var?” diyor... Yâni “Batı, Batı” derken, âdeta o da bıktı bu sırnaşıklıktan ve sana “senin yerin aynı zamanda Ortadoğu’da” filân gibi hatırlatıyor.
Bir çay daha içerim ve bir çaylık daha konuşabilirim... Şu ânda aklıma geldi, dün naklettikleri bir lâf ki, bu mantıkla hiçbir yere varılamaz; ve keyfiyet, kalite ne kadar düştü, ona dikkat edin... “Siz hâlinizi değiştirmedikçe, biz sizi değiştirci değiliz” ve “Lâyık olduğunuz idare ile idare edilirsiniz” ölçüsü ortada, öyleyse bizim mevcut düzene karşı çıkmamız Allah’a karşı gelmektir... Mantığa bakın!.. Bu tip hâdiseler karşısında o kadar hayrete düşüyorum ki, gerçekten bir tersine dehâ... Ben şimdi müsbet bir takım şeyleri düşünüyorum, yahut küfür yolunda giden bir adamın muhakemesini daha ileri götürüp söyleyebilecekken söyleyemediklerinin de muhasebesini yapabiliyorum, fakat bu tip tersine harika ifâde eden lâfları nasıl buluyorlar bu adamlar anlayamıyorum!.. Samimi olarak söylüyorum, muazzam bir buluş!.. Buna benzer bir buluşu, seneler önce duymuştum; “halkın dili Hakkın dili olduğuna göre, komünistler de halktan olduğuna göre”... Öyleyse komünistlere karşı çıkmak, Hakka karşı çıkmak!.. İşte, tezadı içinde bir ahmak muhakeme örneği!..
Niye ısrarla “fikirsiz olmaz!” deyişimiz anlaşılıyor mu?..
1988
Kaynak:
Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık / Sohbet-Konferans, İBDA Yay., İstanbul 1996, s. 67-98
(Konferans metnindeki bazı "özel isim"ler, orijinal metinden farklı olarak, AKADEMYA tarafından koyu harflerle vurgulanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder