9 Şubat 2009 Pazartesi

MARKS VE ENGELS’İN BAZI TEZLERİ ÜZERİNE


Dr. Hakkı Açıkalın

Aslında çok yazılıp çizildi bu mevzular. Başta Marks ve Engels olmak üzere Materyalist felsefenin ve ideolojinin babaları Alman ideolojisini (felsefesini) halı döver gibi dövmeye, pataklamaya çalıştılar. Alman ideolojisi nezdinde sarsılmaya çalışılan ise başta George Wilhelm Friedrich Hegel olmak üzere Ludwig Feuerbach, Bruno Bauer ve Max Stirner gibi filozoflardır. Burada bazı değerlendirmeleri ele alıp kendi düzeltmelerimizi yapacağız.
"Bilinç (Das Bewusstein), bilinçli varoluş’tan (das bewusste Sein) başka bir şey değildir. İnsanın varoluşu ise, insanın gerçek hayat sürecidir. Eğer, bütün ideolojilerde insanlar ve ilişkileri karanlık film odalarındaki gibi tepeüstü ortaya konurlarsa, fizikî hayat süreci içersindeki cisimlerin görüntülerinin retinaya ters düşmesi gibi bu olgu da (fenomen), doğal olarak, onların tarihî yaşam süreçlerinden aynı şekilde tepe üstü ortaya çıkar.”
Böyle diyorlar Marks-Engels. "Bilinç, bilinçli varoluştan başka birşey değildir." Önce bilinç-şuur denen şeyin Batı normlarına göre bir tarifini yazmak gerekir çünkü, Bilinç-şuur mevzuunun hala (Batı biliminde bile) çok netâmeli ve tartışmalı bir tema olduğu bilinirken Bilinç-şuur kavramını böyle tek bir cümlede açıklarsak ML ideoloji bağlılarının sıkça yaptığı gibi yüzeyde kalmaya mahkûm oluruz. Hal böyleyken, “bilinç” (şuur) gibi hayli önemli bir konunun deşilmesi –en azından kurcalanması- gerekir.
Bilinç-Şuur: Dış dünyadan (Nesneler evreninden) ya da bedenin içinden gelen algıları fark edebilen zihin bölgesidir. Düşünce süreçlerini ve heyecansal (Emotional) durumları da kapsar. Şuur muhtevası konuşma ya da davranışlarla çevreye iletilir. Bu anlamıyla şuur “Zihin Sathı”ni teşkil eder.
Bu tanımda bile birçok tartışmalı nokta olmasına rağmen birkaçına kısaca dokunup geçeceğiz. Birincisi; bu tanımı okuyan sıradan bir insan, örneğin “bdenin içinden gelen algılar” cümlesinden ne anlayabilir? Onun ne anlayıp anlamadığını kestiremeyiz ama ona perspektif verebiliriz. Bu cümlenin en müşahhas mânâsı, Tıb bilimi terminolojisinde “VTR” (Vague Tendon Reflex-Derûnî Kiriş Refleksi veya ne olduğu tam olarak tanımlanamayan bir derunî his) olarak adlandırılan hâldir. İkincisi; söyleyişte de bir anlam bozukluğu var: “algılar”. Algı, adı üzerinde bir alma, duyumsama, farkına varma (perceive, idrak) durumudur, bu nedenle algılar gelmezler, aksine gelen “impulslar” (duyumlar, itkiler) algılanabilirler. O halde doğrusunu şöyle yazmalı: “bedenin içinden gelen itkiler veya duyumlar.”
Şimdi şuurla ilgili tanımı derinleştirerek devam edelim. Günümüzde birçok farklı ekol şuurun sadece insan türüne has bir hakikat olmadığını, örneğin bitkilerin ve hayvanların da hattâ eşyanın da “şuurlu” olduğunu savunuyor. Bu durum artık bir vakıa haline gelmiş durumdadır. İnsanı hayvandan ayıran haslet, birinin şuurlu diğerinin şuursuz olması değil, insanın hayvana göre çok daha yüksek bir şuur düzeyine sahib olmasıdır (biz bunu bir temenni olarak algılıyoruz zira günümüz gerçekliğine bakarsak mevcut insan şuuru (emmare şuur) ile hayvan şuuru arasındaki mesafe ihmal edilebilir bir noktadadır). Eşyayı mânâlandırmanın yolu insanın kendi şuur seviyesini yükseltmesinden geçer. Şuur’un Yükselişi’nin (Sublimation of the Consciousness) önünde duran en büyük engeller, şartlanmalar, geleneklere takılıp kalmalar, Süper Ego’nun aşırı baskısı, aşırı duygusallık, öğrenmeye kapalılık ve mekanik otomatizasyon olarak belirtiliyor. Yükselemeyen Şuur de izafî olarak gerilemekte, tasmalanmakta yani köleleşmektedir. Özellikle son 50 yılda şiddetle artan, intiharlar, stress baş ağrıları, yorgunluk sendromu (fatigue syndrome), vampirizm, transvestism (travestilik), sadizm, sado-mazohizm, fetişizm v.s gibi kişilik bozuklukları, ağır depresyonlar ve yabancılaşmanın (alienation) esas nedeni şuur düzeyindeki korkunç gerilemedir.
Hayvanî şuura yaklaşan insan, kendi şuur gerçekliğinden fersah fersah uzaklaşmakta ve Zaman’ın ortaya koyduğu keyfî-nitel değişim ve dönüşümleri ve onun içtimaî yansımalarını kavrayamamakta ve onun acımasız dişlileri arasında paramparça olıp “Şuur Ölümü” (Real Excitus) yaşamaktadır. Bunun tabiî karşılığı “Şuurun vejetatif (bitkisel) hayata girmesi”dir ki, mevcut durum budur.
Bu kısa izahattan sonra, “Şuur, şuurlu varoluştan başka birşey değildir”i nasıl okyalım? Eğer, Marks-Engels burada "Üst-Şuur düzeyinde bir varoluş”tan dem vuruyorlarsa buna katılırız ama örneğin, sıradan insanın sıradan ve aşağı düzeydeki şuurundan bahsediyorlarsa ki, muhtemelen bundan bahsediyorlar, o halde “şuur”u doğru okuyamadıklarına hükmederiz ve böylelikle bu değerlendirmeyi boşa düşürürüz. Bu durumda, burada va’zedilen “Şuur”, “(insanî) şuurlu varoluş)la hiç alâkası olmayan birşey olur ki, onun adı “Hayvanî” veya “Bitkisel” şuurdur.
Bunun devamında gelen cümle de “başaşağı” ve “çok dengesiz” duruyor: “İnsanın varoluşu ise, insanın gerçek hayat sürecidir”. Buradan ne anlamalıyız? Örneğin, “İnsanın varoluşu, doğduğu ândan (fizikî olarak) öldüğü âna kadar geçen hayat sürecidir” biçiminde anlamamız gerekiyorsa, bu çok sathî ve tam materyalist bir bakış açısıdır. “Varoluş” kavramı, “olmak” (to be), “Yaşamak” (to live), “Olaylanmak” (to occur), “Oluşmak” (to become), “meydana çıkmak” (to appear), “sahnede belirmek” (appear on the scene), “başlamak” (begin) v.s. gibi birçok anlama geliyor. Ama örneğin Latince “Surgo” kavramı “Varoluş”u, “Yüksek bir yerde oturmak” anlamında ele alıyor. Eğer böyle anlarsak, insanın varoluşu doğduğu ândan değil, tâ “feyz-i akdes” döneminden başlıyor ve fizikî ölümüne kadar değil, tâ “haşrolduğu” âna kadar devam ediyor. Benim “gerçek”im bu! Marks-Engels’in “gerçek”i ise kuvvetle muhtemelen, “başı ana rahminde ayakları ise mezarda” bulunan fizikî varlık. Tabiîdir ki, Marks-Engels’in ve onun tercümesini yapan günümüz adamının (Homo Modernus!), ne Takyonlar’dan, ne karadelikler’den, ne Işık Hızı’nın aşılabileceğinden, ne de Quasarlar’dan haberi yok! Üstelik bunlar “modern dünyanın bilimsel olguları”.
"İnsanlar ve ilişkileri karanlık film odalarındaki gibi tepeüstü ortaya konulurlarsa...” Bu muhabbet çok klasiktir. “Hegel’de başaşağı duranı Marks aldı ve ayaklarının üzerine koydu.” O zaman biz de, Marks’ta başaşağı duran veya sendeleyen bazı şeyleri yazalım:
Marks, "duyumların”, çok gelişmiş “örgensel özdekler”de (organik maddelerde) meydana çıktığını savunur.
Sayısız varlığın mevcud olduğu kâinat platformunda, temel ihtimaller (main probabilities), “Proton, Nötron ve Elektron” etrafında şekillenirler. Bunlar elementleri, elementler ise varlığı oluşturagelir. Böylelikle ihtimaller 3’ten trilyonlara taşınır. En üst düzeyde farklılaşan insan beyninin birçok fonksiyonu çözülemediği gibi diğer varlıkların mekanizmaları da tam olarak çözülebilmiş değildir. Beynin nöro-fizyolojik (sinir sistemi işlevbilimi) model açıklamaları, şuurun çeşitli durumlarını izah etmeye yetmez, işte bu nedenle ve belki, olay holografik modelle açıklanabilecektir. Eğer, “maddî gelişkinlik”in ve “evrimleşmişlik”in belirleyici olduğunu ileri sürüyorsak, Kâinat’ın “Oluş Öncesi” (Quark Öncesi) mücerret ve bilinemeyen (ve mantıken de asla bilinemeyecek olan) dönemini de açıklamamız gerekir. Burada şunu artık bir tartışılmaz gerçek olarak yazalım: Kâinat’ta en gelişmiş varlık, “organik madde” değil, “Takyonik varlık”tır ki, onun maddî kimliği yoktur ve Işık Hızı’nın ötesinde devinir. Kabul edilmelidir ki, Işık’tan defalarca hızlı ve devingen bir varlığın maddîlikle hiçbir alâkası olamaz. “organik maddi varlık” ise, varlıklar arasında en hantal ve en gerisidir ki, örneğin insanın fizikî varlığı buna tam uyar. İnsanın takyonik varlığa evrilmesinin önündeki en büyük ve en geri varlık “organik varlık”tır.
Diyalektik Materyalizm, bilimsel feksefeye inandığını ve teoriyi pratikle denetleyip doğruluğunu sınadığını söyler. Ama, deneyemediği, denetleyemediği, tecrübe etmediği ancak varlıkları Matematik biliminin verileriyle saptanmış olan teoriler için nasıl bir tavır takınır veya asla deneyemeyeceği durumlar (örneğin milyarlarca derece sıcaklık ortamının oluşturulabilmesi) için ne yapar? Ne yapacağını bilemeyiz ama ne yapması gerektiğini söyleyebiliriz: En azından kuşkuyla bakmalıdır. Fakat materyalizm “kuşku”yu da mahkûm eder çünkü kuşku “determinizm”i ortadan kaldırır.
Marks, 9. Tezi’nde şöyle der: “Bence maddecilik, İnsan’ın varlık ve bilgi yapısının temelidir”.
Bunu iddia etmek, bileşenlerin bileşenlerinin sonsuz olmasını savunmak demektir. Günümüzde ise, bileşenlerin bileşenlerinin sonsuz olmasının, Mikrokosmos’la (mini kâinat) Makrokosmos’u (dev kâinat) birbirinden koparacağı ve “Sonsuzluk İdeolojisi”nin, “Hiçbirşeyin temel olmadığı” anlamına geldiği için, “Kesinkeslik”in olamayacağı, bunun tüm diğer ideolojiler gibi materyalizmi de sadece bir “ihtimal” olarak kabul etmemiz gerektiğini beraberinde getirir ve sonsuza dek “temel” olamaz: İndeterminizm (anti-kesinkeslik) yasası. Bu cümleden olarak, Sonsuz’a sınır koymak mümkündür ve bunun amacı madde’nin altyapısının (bileşenlerin bileşenlerinin) Üstyapı’dan kopmasını önlemektir. Aksi takdirde, bileşenlerin bileşenlerinin ulaşabileceği bir son nokta yoktur veya varılacak son nokta “Mücerret Hilbert Mekânı”dır ki, orada Zaman boyutu yoktur ve Uzay tek boyutludur.
Marks-Engels şöyle derler: “Düzgün-doğrusal olmayan, kesinkesçi-gerekirci- belirginci sistemlerin kaidesiz-kuralsız, öngörülemez davranışı Kaos’tur.”
Düzgün-doğrusal olmayan tanımı doğrudur zira Kâinat’a giren bir doğru parçası (lineer parça) ki, bu “NEDEN”dir, Çekim etkisiyle eğilir, bükülür, yuvarlanarak devinir ki, bu da “SONUÇ”tur. Bu nedenle, Kâinat’ta hiçbir hareket dolayısıyla “Sistem” doğrusal olamaz (Non-Lineary’dir). Burada “determine-kesinkes” olarak kabul edilebilecek tek şey, Kâinat’ın bu “doğrusal” olmayan yapısı ve devinimidir, ancak, bu yapının içinde sonsuz sayıda çeşitlilik ve doğrusal olmayan “eğri” alternatif vardır ve bunların hiçbiri “determine” değildir. Daha da ötesi “Âlemlerarası geçiş” de ciddi bir ihtimâl olduğundan bu geçiş noktalarında apayrı ve trans-fizik (Klasik fizik kanunlarının dışında) kanunlar işler. Bu da “determinizm”in ölümüdür. Bütün bunlar çok rafine (estetik) bir işleyişle yürür.
Daha bir sürü boşa düşürme mümkün. O nedenle diyoruz ki, insan ve insan ilişkilerinin derinlikler ve genişlikleri hakkında “iri” kelamlar edebilmek için önce “insan” denen “meçhul”ü çok iyi tanımak lazım. Görünen o ki, Marks-Engels, Hegel’in derinliğine ve dehâsına dokunabilmekten çok uzaktalardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder