9 Şubat 2009 Pazartesi

HAKİKATE MUHATAP OLMAK ÜZERİNE

Mehmet Fedaioğlu
Öyle hissiz ama bir o kadar da yalın, eşyanın ve çevredeki bütün diğer varlıkların yabancılaştığı... Halbuki ben hakikat arayıcısı olmak istemiştim; öyle çok "şey" oldum ki, hiç olamadım. Hiç olsaydım yokluk kapısından geçebilirdim. Bütün o "şey"leri üzerimden atıp hiç olabilseydim. "Hiç" bile olamadım. Öylece boşlukta salındım, bir yaprağın rüzgarda savrulması gibi döndüm durdum. Ne uzaklara kaçabildim ne de bir yere bağlandım. "Hiç" olsaydım hakikate muhatap olabilirdim, olsaydım keşke... Şimdi başka bir sayfanın kapısında neyi kuşanacağını bilen ama bu bilmenin yetmediği hissi ile bomboşum. Neyi okusam, neyi düşünsem, neyi düşünmesem diye bir istikametsizlik kıvranışındayım. Küllî olarak her şeyi kavrayan ve bu kavrayışın kavranılması gereken nokta olduğunu bilen ama ayakları yürümeyenim. Üzerime doğru yönelen ve herbiri en ince ve hassas ölçülerle şahsiyetimi(zi) hedef alan dünya efendilerinin kültürünün safralarına boğulmuş ve modern kaygılar taşıyan beynim...
"Hiç" olamadım çünkü tertemiz bir dünyaya doğmadım, "fildişi kaldırımlar”ın olduğu bir dünyaya doğmadım işte. Doğsaydım öz bünyeme ait olanla yetişecektim. Düşünmeye ne zaman başladım bilmiyorum. Okumaya da ne zaman başladım bilmiyorum. Sonra biriktim, birikerek doldurdum içimi. İçimde hep bir şey olmanın kaygıları ile. Hep bu safralar o "şey"lerin ürünü, modern kaygıların. Burada kaçacak bir çöl yoktu, olmadı hiç bir ân.
Çağın ve insanlığın bana giydirdiği elbiseleri denedim bir bir. Bazıları öyle de oturmuştu ki üzerime, öyle sanmıştım kendimi, bir şey olmuştum sonunda. İşte bir ölüm, bir ayrılık, bir görüntü takıldı ve asılı kaldı içime, işte o rüya bitti o ân. Elbiselerim yabancıydı, kalıplarına sığamadım ve işte ben sizin üvey evladınız oldum. Bu bana ait bir nizam değildi. Her şeyden şüphe etmek benliğimiz oldu artık. Korku, içine kapanış, tutarsızlık ve karmaşa hüküm sürmede içimin coğrafyasında. Kitaplara, mektuplara sığındım.
Ben hakikat arayıcısı olmak istemiştim, o safralar beni "toprağa bağladı". Bir sıçrama taşı, bir çırpınış, yabancılık. Hayatı öyle umarsız ve sorumsuz yaşarken bizi neye hazırladığını bilmiyoruz ve son, en büyük saldırısını yapmaya kalkacak olan bir savaşçı gibi yüzümüze gülüyor. Darbe gelince ise anlamlandıramadığımız onca şey dikiliyor karşımıza, bildiğimizi zannettiğimiz ama öyle olmadığını yüzümüze çarpan şeyler.
Her şey zerreden arşa kadar “niçin” ve “nasıl” ile boyanıyor. Mütefekkir'in dediği gibi "ideali aramayla toprağa bağlanmak"; işte o kıvranışta bünyemiz. Ve bu varlık mücadelemize dönüşüyor. Veya yokluk mücadelemize. Suretlerin asıllarını bulmak, hakikati hakiki mânâda bilmek demek. İşte bu ân, o bütün safraları üzerimizden atacak yıkılışın olduğu ân. Hiç bir şey bilmiyorum-bilmiyoruz, her şey yalan, bildiğim-bildiğimiz her şey. Bomboş bir levha gibiyiz. Şimdi bu işin "oluş" olduğunu bilenler, hepimiz geçelim o yokluk kapısından, sıyrılalım bize yabancı olandan. Bu kapı "yokluk kapısı"; bütün aidiyetimiz ve varlığımızın büyüsü, o yokluğu bilmekte....Üstad’ın dediği sır; "bu kapıdan kol kanat kırılmadan geçilmez".
Evet, acıyacak... Savunmasız, kabuksuz, bir başımızayız hepimiz. Ağrılarımız bile dostlarımıza yabancı. Ama O ki, bize şahdamarımızdan daha yakın. Tırnaklarımızla beton yığınlarını kazırcasına bir emek bu. Kanayacağız, kırılacağız. Parça parça olacak o asıl zannettiğimiz suretler. Şimdi o fırtınaların durması yahut iyice artıp arşı titretecek noktaya varması için "muhatap anlayış"ı kuşanma vaktidir. Kuşandıkça, buldukça yazacağız. Hikâye yok. Nasılsa öyle!..
Bir arkadaşın yazdığını yapıyoruz biz de, "yalnızlık biriktiriyoruz" ve "yalnız ölmeyi" duymanın kıyılarında kürek çekiyoruz. Ümit ederiz ki, dostların duaları bizimledir.

24 Ekim 2002
İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder