9 Şubat 2009 Pazartesi

İBDA'YI YENİ TANIYANLAR İÇİN BAZI KAVRAMLARIN İZAHI

Kerim Baki
A) İbdâ; Klasik Arapça'da benzersiz yaratma anlamına gelmektedir. Modern Arapça'da ise sanat yapmak, sanat eseri ortaya koymak demektir. Demek ki bu benzersiz doğuşun ruhunda yapılacak işi; yürütülecek eylemi sanatkârca yapmak vardır. Eylem, tamamen el emeği göz nuruna dayalı "el yapımı" bir "nesne" de olsa, tamamen fikre ve beyin gücüne dayalı çetin ceviz bir eser de olsa sanatkârca bir bakış ve yönelişle ele alınmalı ve o "nesne" görevini yerine getirdiğinde veya o eser okunduğunda ince işçiliğin farkına varmalıdır muhatap; "Şu parçaları etrafa dağılmış nesne veya şu elimdeki kitap bir ibdacının mahsûlüdür." diyebilmelidir. Zira hadiste buyurulduğu gibi İnnallahe yuhibbu en yutkıne... Yani "Allah yaptığınız işi, güzelce yapmanızı, kemal-i ehemmiyetle ustaca yapmanızı ister, sever." Dolayısıyla her ortam ve mekânda ibdâ yöntemini benimsemiş insanın, yaptığı işi güzel yaptığını görmek düşmanları şaşırtıp âciz bırakacağı gibi dostların da gönlüne su serpecektir.
Allah'a şükürler olsun ki, ibdâ ruhuyla yapılan güzel "nesneler", eylemler ve üretilen eserler mevcuttur ve bunlara devam edilmesi gerekir. BTB'ler nesne olarak iyi bir örnektir. Gemi eylemi, cezaevi eylemi hem taktik, hem sonuç hem de devşirilen meyve ve sempatizan kitle toplamı bakımından muhteşemdir. Bu eylemler yapılış güzelliğinden ve herkesin dikkatini doğru mânâya doğru bir şekilde çekme bakımından benzersizdirler ve pek çok gencin kalbine ibdâ tohumu böyle atılmıştır.
Kuşkusuz burada bol misal yerine en iyilerden örnekler vererek yapılması gerekenin ne olduğunu vurgulamaya çalışıyoruz. İbdâ, hâdiselere her dem yeni bir gözle ama "evveli iyi bilip, âhiri sezici mümin ferasetiyle" bakmaktır. Kişi kendini en soğuk, en meşgul hissettiği ânda bile ruhunun bir köşesinde onu en hassas noktasından yakalayıp ona "yap, üret, var et, karşı koy!" dedirtebilen âteşîn bir fikirdir İbdâ. Kişi kendi başına bir kasabada da kalsa, hiç tanımadığı veya tanıyıp da kendisini anlayamayacağını bildiği insanlar arasında da kalsa ibdâ fikri onun ruhunda tıpkı bir yarıktan akan su gibi yolunu bulmalı ve çevreye sirayet etmek viçin fırsatını kollamalıdır.
Öyle ânlar olur ki insan tadına vardığı veya vardığını sandığı fikirden mest olur da bu garip tatmin hissi onu ayağa kalkmak ve duyurmak, eyleme geçmek ve geçirmekten el çektirir. Bu da hemen atlatılması gereken tehlikeli ânlardandır bizce. Kişi tamamen okumakla ve anladığını sanmakla tatmin olursa esas tad akınacak şeyi kaçırır. Bu işin tadı, büyüklerden ve kıdemlilerden duyduğumuz kadarıyla eylem ve fikrin kristalleştiği kavga ânlarında ortaya çıkar. Ruhunuz bir kartal gibi sevdiğiniz fikri tepenizde tutar da siz çelimsiz bedeninizle atılırsınız hedefe. Hedef ise karşısında gördüğü ve asla tarif edemediği savaşçı karşısında korkacak, bu korkuyla hem kaçacak hem saldıracaktır. Amma sizi asla durduramayacaktır.
Bir "nesne" yapan ibdâcı için nasıl mükemmel bir zamanlama, mükemmel bir mekân tayini ve olayın vukuu ile birlikte hedefin berhevâ olması veya donuna işeyerek kaçıp bu millete yaptığı hakaretleri hatırlaması nasıl derin bir tatmin doğuruyorsa; bir eser veren ve eser verdiği için de sıkıntılara düşen bir ibdâcı fikir işçisinin içindeki kor ateşi başka bir beyne ulaştırdığı ândaki hazzı da, öyle derin öyle tatminkâr olmalıdır.
İşte ibdâ; bir yönüyle üretmek, döllemek, benzersiz bir biçimde kurmak ve oluşturmak anlamına gelirken diğer yönüyle bu üretimi sanatkâr edasıyla yapmak demektir.

B) Kendinden zuhur; Bu kavram ruhun taşıdığı ve potansiyel olarak sahip olduğu yetenekleri kendi içinde yoğurup olgunlaştırarak yeri geldiğinde neredeyse tilkâî, spontane bir halde dışa vurmak demektir. Bu o kadar tabiî olur ki bazen, kişi bile nasıl olduğunu anlıyamaz. Kendinden zuhur, bir döl yatağında yavaş yavaş büyüyen ve erişen arslan yavrusunun günü geldiğinde doğması gibidir. Veya kişinin (veya) birimin hiçbir başka kişi veya birime ne telepati ne de kulaktan kulağa haber verme gibi ruhî ve maddî vasıtaları kullanmadan özel bir eylemi pişirmesi, tuzunu baharatını atması ve zamanı geldiğinde sofraya koyarak tüm gönüldostlarını, gönüldaşlarını memnun etmesidir. Bu ikinci kısımda kişi veya birim, ruhen hazır olmuş ve ne yapacağına nasıl yapacağına karar vermiştir. Eylem ise bu içle ısınan kazanın dışarda patlaması ile vuku bulan bir tezahürdür.
Her insan ilâhi sıfatların tesiriyle yaratıldığı için, kendini tanıdığı ve istidadının neye doğru olduğunu kavradığı ânda ne tür bir "kendinden zuhur" eylemi seçceğini kendisi anlar. Allah Teâla insanı muhteşem niteliklerle donatmıştır. Dolayısıyla ferdin gerek ferd olarak gerekse birim olarak yapabileceği pek çok şey vardır. "Kendinden zuhur" demek "kendini keşfet, potansiyelini anla, içindeki arslanı eğit ve uygun bulduğun ânda saldır!" anlamına geldiği gibi yine "kendini anla, yeteneklerini ve ustalığını geliştir, uygun bulduğun ânda patlat!" anlamına da gelebilir. Bir başka anlamı da "geçmişi doğru muhasebe ederek gelecek hakkında doğru, isabetli karar ver, tahmin yap, derin düşün ve yaz!" demektir. Ancak bu son yol en basit gibi görünse de en tehlikeli yoldur. Zira eylemin sıcak kokusu ve maddî sanatların soğuk tahlili o kişinin etinde ve ruhunda sentezlenmemiş ise kalemden dökülenlerin pek bir mânâsı olmayacaktır. Zira yazmak; hele zâbtedilemez olan şeyi; eylemi oluşturmak ve eylem içinde yaşamak için yazmak en keskin sırattır, aşılması zordur.
Şimdiye kadar kendinden zuhur'un ne olduğunu anlatmaya çalıştık. Kendinden zuhur ne değildir? Şimdi bunu izah edelim. Kitaplarda da vurgulandığı ve bilenlerin bildiği üzre kendinden zuhur, hesapsızlık değildir, kendi ürettiği rivayeti başkalarına inandırmak değildir. İslam dininin şeriatına, temel inanç manzûmelerine ufacık bir şekilde de olsa aykırı gidecek fikri sahiplenmek ve iyi bir şeymiş gibi başkasına aktarmak değildir. Kısaca kendinden zuhur, tam zamanında, tam yerinde, tam hakkedenlere tattırmak demektir. Ölçü, uyarı, mekân, gibi kavramlara dikkat etmek demektir ki Allah'a şükür bugüne kadar genel olarak buna dikkat edilmiştir. Bizde kasaplık ve suçu sâbit olmayanları doğrama gibi amele guruhunun işlediği veya işlettirildiği ucube şeyleri yapmak gibi bir gelenek olmadığı ve olmayacağı için bu konulara değinmek bile gereksiz. Ancak ocak kızıştığında ortaya konacak eylemlerin kalitesi; nasıl ve hangi amaçla yapılması gibi hususlar gündeme geleceği için şimdiden biraz değinmiş olduk. Kısaca eğer müslüman insan hata etmişse veya fikir namusu olan biri hata etmişse münasip bir şekilde "uyarılır" onun bedeni, maddesi "eks" edilmez. Bu iki sınıf dışındakiler ise önce uyarılır, sonra "gereken" ne ise yapılır onlar hakkında.
Ancak çok özel durumlarda ve düşmanın ana gücünün yoketme gibi hallerde kurunun yanında yaş da yanabilir ki bu hâller daha ayrıntılı incelenmesi gereken ve savaş hukukuna giren meselelerdir.

C) Su Keyfiyeti; İbda sisteminin ana kavramlarından biri de budur. Su keyfiyetine mâlik olmak mütefekkir Mirzabeyoğlu'nun kitaplarında ve özel konuşmalarında sıkça vurgulanan bir husustur. Bunun bir karşılığı "her zaman varolabilmek ve kendini hissettirebilmek" ise, diğer karşılığı "gerekeni gerektiği şekilde" yapmaktır. Su, ateşte buhar olur; normal ortamda ise kâh gürül gürül akar, kâh sızarak doldurur, kâh damlaya damlaya deler. Biz bu vasıfla her zaman varolmayı başaran yokedilemez savaşçılar haline geliriz.
Su keyfiyetinde olmayı başaran kişi her ân etkisini hissettirir. Gerektiğinde coşar ve düşmanın en güvendiği kaleleri hâk ile yeksan eder. Gerektiğinde yüksek kulelerden ve teraslardan sarkan sarkıtlar gibi ansızın bir hainin ve zalimin kafasına düşerek bir daha ebediyyen hata etmemesini sağlar. Gerektiğinde ise en saklı dairelere, yönetim odalarına sızarak tek tek kaydeder düşmanın bilgilerini...
Su, hayat vericidir; su keyfiyetinde olan ibdâcı, “açım” veya “bunalımdayım” diyene yanaşır ve onun neye ihtiyacı olduğunu açıkça hissettirir; gönlüne su serper; içindeki isyan ve direniş tohumları sulayarak onu ihyâ eder.
Su keyfiyetine mâlik olan ibdacı; dostlar arasında abesle iştigalden veya şahsî farklılıktan doğmuş verimsiz lâf kavgalarının alevlendiğini görünce bu amaçsız ateşin üstüne su serper; dostları barıştırır.
Su keyfiyetine mâlik olan ibdâcı üretkendir: eylem yapar, doğurur, doğurtur, okur, yazar, yürür, yumruk atar, tartışır, duâ eder, ağlar, kin duyar. O etkendir, daimî bir hareket hâlinde seyyal, cevval bir varlıktır. Sen onun bittiğini göremezsin. Eğer donuk ve sessiz görünüyorsa içindeki nefretten ötürü susmuştur ve sen bir zâlimin kafasına inmek için sivrilen bir buz sarkıtı görüyorsundur. İşte o, yine bir hücuma hazırlanan kedi sessizliği tadında bir sükûtla bakıyordur sana.

D) Din: Din İslâm demektir. İslâm Allah’a teslim olmak, pazarlıksız inanmak demektir. Allah’ın yolunda Allah’ın emrettiği şekilde yaşamak demektir. İbda yöntemini benimseyenin bastığı sağlam inanç zemini, onu her zaman güçlü ve hakkı savunurken pervasız yapacaktır. Allah ve Rasûlü “Zâlimlere ve kâfirlere karşı koyun’” demişse bunun bir yöntemi olabilir ama savaştan kaçmanın hiçbir tevili olamaz. Zâlime ve kâfire karşı savaşmak yani cihad Kıyamete kadar bâki bir emirdir. Hiçbir sapık bu emri tevil edemez. Tevil edenlerin alnı karışlanır. Son ve kâmil din; ed-Dîn olan dindir ki, bu da İslâm’dır. Dolayısıyla diğer din ve inançlarda eğer hakikat ve güzellikten birkaç parça kalmış ise bu o inanç, sistem veya muharref dinin tamamen hakiki ve güzel olduğu anlamına gelmez. Ya İslâm gibi doğru bir inançtan etkilenmiş bir aklın, bu etkiyle o sisteme kattığı birkaç güzelliktir. Yahut Hz. Âdem’den bu yana gelen ama asıl ve hakiki müntesipleri kaybolmuş kadîm hak inançların artığı olan hikmetlerden ibarettir bu güzellikler. Dolayısıyla o hikmeti asıl kaynağına ircâ etmek veya kaynağının ne olduğunu araştırmak gerekir.
Şimdi Kıyamete dek kalıcı olan din İslâm olduğuna göre İslâm; diğer din, inanç ve sistemleri değerlendirirken ana kıstastır.

E) Mezhep: Yol demektir lugatte. Istılahta ise fıkhî ve itikadi ekoller demektir. Dört fıkıh mezhebi fıkhen uyulması gereken mezheplerdir. Selefi, Halefi, Maturidî ve Eşarîsiyle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat bizim itikadî yolumuzdur. Bu yolun büyükleri arasında bazı inceliklerde farklı beyanlar zuhur etmişse bu onların düşünüp konuşacağı şeylerdir.
İtikaden Ehl-i Sünnet dışında kalan fırka ve gruplar ehl-i bidattir. Onların Sahabe ve Kuran ile ilgili yorumlarında “tarihsel” hınçların ve komplekslerin etkisiyle gayet net bir sapma müşahede edilir. Onların çoğu da bunun farkındadır. İslâm’ı İslâm dışı mahallî ve muharref dinlerle sentezleme fikri tarih boyunca ve şimdi bidat fırkaların ortaya çıkışındaki ana etkendir.
Ehl-i bidattan kıbleye dönüp namaz kılanları ve zarurat-ı diniyyeyi inkâr etmeyenleri kâfir saymayız. Onlar da müslümandır. Amma, kişi veya grup çok net bir şekilde Kur’an’a saldırıyor, bir beşeri ilâh sayıyor, zarurat-ı diniyye’den bir esası net bir şekilde inkâr ediyorsa o açıkça kâfirdir.
Unutulmaması gereken çok önemli bir noktayı; özellikle İbda’ya yabancı olanların merak ettiği bir noktayı tekrar serahatle bildirmek lâzımdır ki; İbdâ bir tarikat, mezhep filân değildir. İbdâ her şeyden önce bir hareket ve fikir yöntemidir. İnançta Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebine bağlıdır.

F) Ru’yâ: Rüya,
1- Tamamen açık ve sadık olur. Özellikle salaha doğru görülen ve kişi dini vecibelerini tam olarak yerine getirmiş olup abdestli yatmışsa; bu durumda gördüğü rüya sembollerden öte net bir şahıs ve görüntüden ibaretse o rüyanın sâdık olması muhtemeldir. Sâdık rüya da asla dine aykırı bir şey olmaz.
2- Rüya haktır ama sembollerle örülüdür. Bu sembollerin mutlaka bilen birine yordurulması gerekir. Su, kılıç, göl,yeşillik, kitap, uçurum, gökyüzü, yolculuk v.s. gibi hemen yorumcuya aktarılabilecek ve net bir yoruma imkân tanıyacak semboller bulunduğu gibi; balık türleri, toprak, alacakaranlık gibi hemen yordurulması mümkün olmayan semboller de vardır.
3- Rüya olmaktan öte günlük meşgalelerden ötürü zihnimizin kendi bedenimizi dinlendirme, korkularımızla yüzleştirme veya uyanıkken çözemediğimiz bir problemi halletme çabaları diye tarif edeceğimiz bazı görüntüler vardır ki bunları rüya tabircisine gidip yordurmak gerekmez. Zira susamışken su görmek, kadına ihtiyaç varken kadın görmek, gün içinde çekilen ağır baskı veya fizikî işkenceden ötürü geceleyin filistin askısı görmek veya işkenceciyi köşeye sıkıştırıp gebertmek v.s. rüyalar aslında "rüya" kısmına girmez. Bunlar halledilmeyen problemleri halletme çabalarıdır.
Gerçek rüya ister 1. kısım gibi açık ve sarih görüntü olsun, ister 2. kısım gibi sembolik değer taşıyan görüntülerden oluşsun, insanı derinden etkiler ve düzgün bir kişi tarafından yapılan yorum aynen çıkabilir.
Yorumun geç çıkması eskiler nezdinde rûyânın derinliğine ve görenin mertebesinin yüksekliğine bağlanır. Bunun sebebini şurada açıklamak uzun sürer.
Kısaca Rüya, bizim tam da ruhani yanımızla ilgilidir; İbda fiiliyatında ve edebiyatında rüyanın yeri büyüktür. Rüya nâdir de olsa bazı yetenekli gönüldaşlar tarafından özellikle manevî ve moral havanın çok yüksek olduğu zamanlarda haberleşme için kullanılmıştır. Rüya dinî konularda hüccet değildir, herkesi bağlamaz.
Bu bahis herkesin at koşturacağı ve bel bağlayacağı bir bahis değildir. İlgili ve usta süvariler bu alanda gerekeni yapar, yorumlar ve konuşulacağı konuşurlar. Genel olarak İbdâ, eylem-fikir sentezine dayandığı için rûyâ bahsini ulu-orta kurcalamanın pek faydası yoktur. Fakat büyük olaylar, neredeyse tüm İbdacıları aylar, haftalar, günler öncesi sarsar; ve rüya yoluyla habercilerini gönderirler. Bu o kadar açık ve herkesçe kabul edilen bir hakikattır ki polis dahi 1999 depremi öncesi ve sonrasında pek çok gönüldaşın gördüğü rüyaları yazılı olarak istemiştir, işkence altında.
İbdâ tarihinde toplu olarak görülen bazı rüyalar vardır. Mesela
1- 1999 depremi öncesi neredeyse 3-4 ay boyunca çeşitli cemaatlere mensup olup da İbda fikir ve eylem ekolünü benimseyen arkadaşlar sürekli zelzele ve sel rüyaları görmüşlerdir. Kuşkusuz Metris’ten gelen "abdestli olun, dua edin, belâ gelince sebâtlı olun!” tarzında uyarılar da belli bir manevî korunma ve irtibat halkası oluşturduğu için bazen bir gönüldaşın gördüğü bir rüyayı onu tanımayan başka bir gönüldaş aynı günlerde görebilmekteydi. Nitekim Furkan dergisinin 1999 Temmuz ve Haziran ayında açıkça zelzeleden bahsedildi; Zilzal Suresi meâli verildi.
2- Kumandan’a en ağır ruhî ve bedenî işkencelerin yapıldığı günlerin öncesinde, sonrasında ve o sıralarda pek çok gönüldaşın ailesinde ufak çocuklar saatler boyu uyumamış, huzursuz olmuş, geceleri hiç dinmeyen bir âni uyanma seansı pek çoğumuzu sarmış idi. Tıpkı bütün bir şehrin elektriğinin fişler çekilip tekrar sokulması gibi bir etkiydi bu. O günlerde özel duâlarla ruhumuzu selâmete erdirmeye çalışmıştık.
3- 11 Eylül öncesi özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında yine rüyalar çoğalmış, büyük bir olayın meydana geleceği hissi tümümüzü sarmıştı. Yine Kartal’dan gelen “Dikkatli olun, abdestsiz yatmayın, Dünyanın neresinde olursa olsun tüm müslümanlar için duâ edin ve Eylül’e dikkat!” uyarıları aramızda konuşuluyor idi. Nitekim bu yüzden Yeni Nizam Dergisi’nin Temmuz ve Ağustos aylarında sürekli Eylül ayının telaffuz edildiği görülür. 2001 Ağustos’taki derginin ilk yazısı tamamen Eylül ve Eylül’deki büyük olaylardan bahseder.
4- 2000 yılındaki Aksâ intifadası öncesi bazı arkadaşlar rüyalarında Kafkasya’dan Kudüs’e, oradan doğuya ve Asya’ya uzanan bir dalgalanma görüyorlar. O sıralarda çıkan Haberci dergisine bir mesaj ulaşıyor ve başlık aynen şöyle:
"Kafkasya’dan Kudüs’e cihat." Çok değil birkaç hafta sonra Aksâ intifadası patlak veriyor.
Kısaca İbda mensupları mazlumların ve İslâm büyüklerinin duâsı ile yoluna devam ettiği sürece Allah Teâlâ onlara yaşanacak sosyal, maddî ve manevî depremleri sezdirecektir biiznillah. Önemli olan yola azıklı çıkmak, savaşa teçhizatlı girmektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder